3 Ocak 2008 Perşembe

ALAK (embriyon) SURESİ

Adını ikinci ayetteki “ علق alak” sözcüğünden alan bu sure, peygamberimize Mekke`de inen “ilk” suredir.
Bu sureyi anlamak, bu surenin “ilk” sure oluş özelliğini bilmekle mümkündür. Edebiyattaki “Mukaddime Tekniği” göz önüne alındığında, Alak suresine Kur`an`ın “ön sözü” demek yanlış olmaz. Fıkıh usulü kuralları gereği, bu surenin “İbare”sinden, “İşare”sinden, “Delâlet”inden ve “İktiza”sından, Kur`an`ın bütününe ulaşmak, Kur`an`da nelerin var olduğunu, Kur`an`ın neler içerdiğini anlamak mümkündür.
Bu sure, “İbare” anlamıyla şahsa münhasır/ kişiye özeldir. Bu sure ile Rabbimiz, peygamberimizi muhatap alıp ona konuşmuştur, ona dikte etmiştir. Bu konuşma tek taraflı bir hitaptır. Rabbimiz bu konuşmayla, Abdullah oğlu Muhammed`e peygamberlik görevi vermiştir. Bu sure, bir anlamda, Abdullah oğlu Muhammed`in peygamberliğe atanma kararnamesidir. Rabbimiz bu sure ile peygamberimize ilk talimatlarını vermiş ve peygamberimizin zihninde oluşan soruları gidermiştir. Bu sureyi anlayabilmek için, yukarıda sayılan özellikler dikkatlerden kaçırılmamalıdır.
Kur`an`daki edebî mucizenin göstergeleri olarak bu surede var olan edebî sanatlar şunlardır: Itnab, Cinas-ı nakıs, Tıbak, Kinaye, İstifham, Mecaz-ı aklî, Seci-i murassa.

Ayetlerin inişleriyle ilgili meşhur rivayet:

( Sahih-i Buhari Vahy Kitabı 3 numaralı rivayet: )

Bize, Yahya ibn Bükeyr, ona Leys, ona Ukayl, ona İbni Şihap, ona Urve ibn Zübeyr, Urve de müminlerin annesi Ayşe`den tahdis etti. Müminlerin annesi Ayşe şöyle dedi:
Rasülüllah`a ilk vahyin başlayışı, uykuda “Doğru rüya” dır. Her gördüğü rüya sabah aydınlığı gibi ortaya çıkardı. Sonraları ona, YALNIZLIK sevdirildi. Hıra dağındaki mağaraya yalnızlığa çekilir, belirli gecelerde ailesinin yanına gelinceye kadar ibadet ederdi. Tekrar yiyecek içecek alır yine giderdi. Tekrar Hadice`nin yanına döner, yiyecek içecek tedarik edip yine giderdi. Ta ki vahy gelene kadar.
Ve Hıra mağarasında iken ona melek geldi, “إقرأ oku” dedi. O da “ ما انا بقارئ Ben okuyucu değilim” dedi. Peygamber buyurdu ki: O zaman melek beni alıp takatım kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine, “إقرأ oku” dedi. Ben de ona, “Ben okuyucu değilim” dedim. Yine beni alıp, ikinci defa takatım kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine, “إقرأ oku” dedi. Ben yine, “Ben okuyucu değilim” dedim. Sonra beni üçüncü defa sıkıştırdı. Sonra bırakıp:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı kan damlasından yarattı. Oku! Rabbin en büyük cömertliğin sahibidir.”
Bunun üzerine Rasulüllah, bu ayetlerle yüreği titreyerek Hadice`ye döndü. “زمّلونى زمّلونى Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz!” dedi. Korkusu gidinceye kadar vücudunu sarıp, örttüler. Ondan sonra, olanları Hadice`ye haber verdi. “Kendimden korktum” dedi. Hadice de:
“Hayır, vallahi. Allah seni ebediyen rüsva etmez. Çünkü sen, yakınlarına sıla yaparsın, acizlerin işini görürsün, fakire yardım eder, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafiri ağırlarsın. Hak vekillerine yardımcı olursun.” dedi. Ve hemen, Peygamberi alıp, amcasının oğlu Varaka`ya götürdü. Bu kişi cahiliye döneminde Hıristiyan olmuş bir kişi idi. İbranice yazı yazmasını bilir, İncil`den Allah`ın dilediği kadar bazı şeyleri İbranice yazardı. Ve kördü. Hadice, Varaka`ya:
“Amcaoğlu dinle! Kardeşinin oğlu ne söylüyor?” dedi. Varaka:
“Ne var kardeşimin oğlu?” diye sorunca, Rasülüllah, gördüğü şeyleri ona haber verdi. Bunun üzerine Varaka:
“O gördüğün, Allah`ın Musa`ya indirdiği Namus`tur. Ne olurdu, senin davetin günlerinde ben de genç olsaydım. Kavminin seni çıkaracakları/hicrete zorlayacakları zaman sağ olsaydım.” Bunun üzerine Rasülüllah:
“Onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sordu. O da:
“Senin getirmiş olduğun gibi her getirmiş olanlar, hep düşmanlığa uğramıştır. Senin davet günlerine ulaşırsam sana son derece yardım ederim” dedi. Ondan sonra çok geçmeden Varaka öldü. Ve bir müddet vahy kesildi.

Bu rivayetin değerlendirilmesi:

Alak suresi şimdiye kadar bu rivayet doğrultusunda anlaşılmaya çalışıldı. Biz ise Kur`an ile anlamaya çalışıyoruz. Ve Kur`an ışığında bu rivayeti mercek altına alıyoruz:
1- Rivayet, Ayşe`nin ağzıyla, sanki Ayşe olaylara tanık olmuş ve anlatmış gibi aktarılmış, geniş bilgi verilmemiştir. Halbuki herkes tarafından bilinmektedir ki, ilk vahyler geldiğinde Ayşe küçük bir çocuktur.
2- İlk vahylerin uyku esnasında inmediği Kur`an ile sabittir (Necm suresi 11-13. ayetler). Bu durumda, rivayette iddia edildiği gibi ilk vahyler rüyada inmiş ise, Alak suresinden önce inmiş olmalı ve bu rüyada inen vahylere ait başka ayetler de olmalıdır. Böyle bir şeyin kabulü; Kur`an`ın, yani vahyin eksik toparlandığının kabulüdür ki bu durum hem tarihî belgelere hem de Rabbimizin koruma garantisine ters düşer. Ayşe`den rivayet edilenler doğru ise, rivayette sözü edilen vahyler, ancak Ayşe`nin olayları hatırlayabileceği çağına ve peygamberimizin evine dahil olduğu döneme ait vahyler olabilir.
3- Peygamberimiz, kendisine ilk vahy geldiğinde korkmamıştır, ürpermemiştir (Necm suresi; 13-17. ayetler).
4- Varaka gaybı bilmez, bilemez. Bu rivayette Varaka tahmin etmenin ötesinde kehanete geçmiş bulunuyor. Gaybı bilmek Allah`a aittir. Aslında rivayetçiler bu bölümü yani peygamberlerin öz yurtlarından çıkarılması meselesini, İbrahim suresi 13. ayetten aparmışlardır. Böylece de Rabbimizin değişmez ve şüphe götürmez beyanını Varaka`ya yamamışlardır.
İbrahim; 13: Kâfirler, kendi peygamberlerine şöyle dediler: “Ya tamamıyla bizim dinimize dönersiniz yahut da sizi yurdumuzdan mutlaka çıkarırız” …
5- Kur`an`a göre ilk vahy Hıra mağarasında değil Mescid-i Aksa`da Cennetülme`va denilen yerde olmuştur. Peygamberimiz ile ilgili Hıra mağarasına ait rivayetler, hem peygamberimizi hem de vahyi rencide eder. (Kasas; 86)
6- Bu rivayet doğru sayılırsa, Kur`an`dan tam üç tane “İkra” sözcüğünün eksikliğini kabul etmemiz gerekir.
7- Eğer bu rivayet doğru sayılırsa ilk mümin, ilk Müslüman peygamberimiz olmaz. Enam suresi; 14, 163 ve Zümer suresi; 12. ayetlerin hilâfına (aksine, tersine) ilk Müslüman Hadice olmuş olur. (!)
8- Rivayetteki “ve bir müddet vahy kesildi” ifadesi, karşımıza bir de “فترة fetret” problemi çıkarmaktadır. Sözlük anlamı olarak; “bir çeviklikten sonra gevşeme, sertlikten sonra yumuşama, güçlülükten sonra gelen zayıflık, aralık, boşluk” demek olan fetret, konumuz itibariyle kısaca, “Tebliğsiz dönem” anlamına gelir. Bu “Tebliğsiz dönem”in ne kadar sürdüğü konusu rivayetlere göre değişmektedir. Bu dönemin 12 gün, 15 gün, 25 gün, 40 gün hatta 3 sene sürdüğünü iddia eden rivayetler vardır. Bu dönemin sebepleri konusunda da rivayetler, birbirleriyle çelişki içinde olan bir çeşitlilik içindedirler.

Örnek olarak Razî`nin nakline göre fetretin sebepleri şunlardır:
1- Ehli Beyt içinde tırnağı uzun olanlar varmış.
2- Peygamberimiz bir savaşta ayağını taşa vurup kanatmış. İşte o zaman “Sen, kanayan ve karşılaştığı şey Allah yolunda sayılan bir parmak mısın?” diye sızlanmış. Buna da Allah kızmış. Vahyi kesivermiş.
Oysa bu olay, Sahih-i Buhari`de başka konular dolayısıyla yer alan ve ilk vahylerin gelmesinden yıllar sonrasına ait bir olaydır.
3- (İbn Zeyd adıyla) Peygamberimizin evinde, torunları Hasan ile Hüseyin`e ait köpek yavruları varmış. Onun için bir melek olan Cebrail peygamberimizin evine girememiş.
Oysa peygamberimizin kızı Fatıma; ehli sünnet kaynaklarına göre vahyin başlangıcında henüz beş yaşlarında bir çocuktur ve ehlibeyt imamlarına göre (Şia kaynaklarına göre) ise peygamberimiz peygamberlik görevi aldıktan beş yıl sonra doğmuştur. Daha ötesi, Fatıma`nın eşi Ali ile evlenmesi hicretin ikinci yılındadır. Yani rivayete göre ilk vahyler sırasında çocuk olan Hasan ve Hüseyin, gerçekte hicretin ikinci yılından sonra dünyaya geleceklerdir.
4- Yahudiler peygamberimize Zülkarneyn ve Ashab-ı Kehf hakkında sorular sormuşlar, peygamberimiz de “yarın cevap vereyim” demiş, “İnşaallah” dememiş.
Halbuki Zülkarneyn ve Ashab-ı Kehf`ten Kur`an`da ilk defa 69. sure olan Kehf suresinde söz edilmektedir. Kehf suresi, Alak suresinden en az on sene sonra 69. sırada inmniştir.
Fetretle ilgili, yani vahyin kesildiği ile ilgili rivayetler çok saçmadır. Gerçekte böyle bir dönem yaşanmamıştır, vahy kesintisiz devam etmiştir. Aslında bu rivayetlerde yer alan fetret konusuna, Duha suresinin 3. ayeti malzeme yapılmıştır.
“Geleneksel” olarak nitelendirilebilecek çevirmen ve yorumcular bu ayeti; “Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da” şeklinde anlamışlar ve kitaplarına da bu anlamda yansıtmışlar böylece ilk vahylerden bu ayete kadar bir kesintinin olduğunu kabul etmiş görünmüşlerdir. Oysa Duha suresi, iniş sırası olarak 11. suredir. Eğer bu kabul doğru olsaydı, ilk vahylerden sonra bu ayete kadar hiç vahy gelmemiş olması gerekirdi. Veya Duha suresinin 2. sure olması lâzım gelirdi.
Söz konusu ayetin gerçek anlamı; “Rabbin sana darılmayacak ve seni bırakmayacak da” demektir. Yani bu ayetle peygamberimiz ve misyonu âdeta sigorta edilmiş, garantiye alınmıştır. Bu ayetteki ifadeler, ayetin içeriğine kesinlik kazandırmak için (olacağın kesinliğini tembih için) geçmiş zaman kipiyle gelmiştir. Kur`an`da bunun, şakkı kamer (Ay`ın yarılması) gibi yüzlerce örneği vardır. Duha suresinin söz akışı da bunu ifade etmektedir.

Bu surenin iniş sebebi:

Rabbimizin rahmet ve hidayeti kendi üzerine yazışıdır. Biz daha sonraki ayetlerden öğreneceğiz ki Rabbimiz;
- Rahman ve rahîmliği gereği rahmeti kendi üzerine borç kılmıştır (En’âm; 12, 54).
- Hidayeti kendi üzerine yazmıştır (Leyl; 12, Nahl; 9).
- Her canlıya rızık vermeyi kendi üzerine borç kılmıştır (Hud; 6).

İşte bunları kendi üzerine borç kılan Rabbimiz, insanlara hidayet etmeyi (doğru yola kılavuzlamayı); onlara akıl ve vicdan vermek, peygamber yollamak ve kitap indirmek suretiyle kendi üzerine borç kılmıştır.

O günün Mekke`sinin sosyal, siyasal, dinsel ve ahlâkî konumu bir peygamberin gelmesini gerektiriyordu. (Cehalet döneminin sosyal, siyasal ve ahlâkî yapı ve yaşayışını tarih kitaplarından tetkik ediniz.)
Rabbimizin hangi şartlarda toplumlara peygamber gönderdiğini Kur`an`ın bir çok ayetlerinden biliyoruz.
O günün Mekke`sinde dinî inanç yozlaşmış, bozulmalar sonucu topyekûn (tamamen) müşrikleşmiş bir kitle vardı ve bu kitlenin yüzlerce hatta binlerce tanrıları vardı. Bu kitle içinde tağutî sistemler oluşmuş ve yeni firavunlar meydana gelmişti. Bunlar kendi rabblıklarının, düzenlerinin sarsılmaması için gayret ediyorlardı.

İşte bu ortamda doğmuş, onların arasında büyümüş bir başka insan vardı. O, Abdullah`ın oğlu Muhammed idi. O da onlardan biri olmasına rağmen farklı bir uygulamaya tâbi tutulmuş, Rabbinin özel nimetlerine mazhar olmuştu.
Henüz peygamber olmadan evvel mazhar olduğu bu nimet; Allah`ın, müşrik olmayan, tektanrıcı bir Müslüman olan İbrahim`e de verdiği “doğruyu bulma yeteneği”ni kendisine de bağışlamış olmasıydı. (Enbiya; 51)
Evet, kendisine bağışlanan bu anlama ve kavrama yeteneği sayesinde dalâletten (sapkınlıktan) kurtulmuş, tevhit mücadelesi veren, bu uğurda toplumuyla tersleşen bir kimliğe bürünmüştü. Ve artık onlardan birisi değildi. Onların şirkini ve tağuti düzenlerini protesto etmekteydi.
O tarihte Kâbe, Mekkelilerin halka açık parlâmentosu, ibadet merkezi idi. Ama Kâbe`de yapılan ibadetler; Kâbe`nin çırılçıplak tavaf edilmesi, ıslık çalarak ve el çırparak namaz kılınması şeklinde yapılan, yozlaşmış ibadetlerdi (Enfal; 35). Kâbe`nin içi ve çevresi yüzlerce yapay tanrı ile dolu idi. İdare de, yöresel firavunların yani Dar-ün Nedve (halk meclisi) üyelerinin kontrolünde idi. Ama artık onlara karşı koyan kimsesiz bir adam vardı: Adı, Muhammed. Abdullah`ın oğlu.
Kâbe`nin Araplar arasındaki işlevini de dikkate alarak, bir karşılaştırma ve bir saptama yapmak için; önce o günün Mekkesinin emiri, kerimi, kralı Ebu Cehil`i ve sonra da yine o ام القرى Ümmül gura (anakent) olan Mekke`de doğmuş-büyümüş bir kulu, Abdullah`ın oğlu Muhammed`i düşünmek gerekir. Ve yine düşünmek gerekir ki Abdullah`ın oğlu Muhammed, o günlerde müşriklerin kıldıkları namazdan farklı bir namaz kılmaktadır.
İşte bu ahval ve şerait içinde gecelerden bir gece (!) Abdullah`ın oğlu Muhammed, Kâbe`de namaz kılma girişiminde bulunmuş ama Ebu Cehil buna engel olmuştur (Alak; 9, 10). Bakara suresi 185. ayete göre Ramazan ayı içinde yer alan bu gece; Duhan suresi 3. ayetteki adıyla “Mübarek Gece” ve Kadr suresindeki adıyla “Kadir Gecesi”dir. Alak suresi 9 ve 10. ayetlerde bahsedilen “Kul”, tüm tefsircilerin ve araştırmacıların oy birliğiyle Abdullah`ın oğlu Muhammed`dir. Bu olay hakkında geniş açıklamayı sünen ve siyer (İslâm Tarihi) kitaplarında bulabilirsiniz.
İşte bu tartışma (engelleme) sonrasında Abdullah`ın oğlu Muhammed, bulunduğu Mescid-i Haram`dan Mescid-i Aksa`ya yayan yürür (uçmaz). Nitekim bu olay İsra suresi 1. ayette anlatılırken “… Yürüten… Allah tarafından yürütüldüğü…” şeklindeki ifadelerle anlatılır.

Mescid-i Haram`ı biliyoruz. Ama Mescid-i Aksa neresidir?

Kur`an`da geçen Mescid-i Aksa, bugünkü bildiğimiz Kudüsteki Mescid-i Aksa değildir. Kur`an`da geçen Mescid-i Aksa yine Mekke`de, Haram bölgenin kenarında, Taif yolu üzerinde Cirane vadisinin yamacında eski bir mescittir. İslam`ın ilk yıllarında Kudüsteki Mescid`in (bu günkü Mescid-i Aksa`nın yerindeki mescid) adı “Beyt-ül Makdis”tir. Ki İlk yapımı Süleyman peygambere dayanır. Hicretten doksan yıl sonra Abbasi-Emevi mücadeleleri döneminde Abd-ül- Melik b. Mervan, politik amaçlı olarak; Hicaz bölgesi (Mekke, Ka`be) Abdullah b. Zübeyr`in kontrolünde olduğu için Mescid-i Haram`a alternatif bir mescit olarak harâbenin (Beyt-ül Makdis`in yıkıntıları) üzerine bugünkü mescidi yapmış ve adını da “MESCİD-İ AKS” koymuştur. Abd-ül-Melik b. Mervan`ın yaptırdığı bu mescit “Mescid-i Aksâ” diye meşhurlaşmıştır. Bu konuyla ilgili detay İnşallah İsra suresi tahlilinde verilecektir.

Yürütülüşün nedeni:

İsra suresi ayet 1: “Kulunu bir gece, kendisine ayetlerimizden
gösterelim diye, Mescid-i Haram`dan, çevresini
mübarek (bereketli) kıldığımız Mescid-i Aksa`ya
gece yürüten, her türlü noksanlıklardan
arınmıştır.”
Bu ayetten yürütülüş nedenini öğreniyoruz ki; Rabbimiz ayetlerinden bir kısmını gösterecekmiş.
Orada neler oldu?

Necm suresi ayet 7-18: “Ve O, en yüksek ufukta idi.
Sonra yaklaştı ve hemen sarktı.
İki yay uzunluğu kadar, yahut daha az kalıverdi.
Hemen de kuluna vahyettiğini vahyetti.
……….
18- Andolsun, Rabbinin ayetlerinden en
büyüğünü gördü.”

Evet, en büyük ayeti gördü. Vahy aldı, peygamber oldu.

İşte ilk vahyler. İşte `إقرأ İkra`…
Abdullah`ın oğlu Muhammed artık bir peygamberdir. Bundan sonra Rabbi adına hareket edecektir. Sivillik bitmiştir, deyim yerindeyse askerlik başlamıştır.
Musa peygambere ve peygamberimize yapılan ilk vahyler arasında benzerlik vardır. Musa bir ateş görür, ateşten bir parça kor almak için beraberindekilerin yanından ayrılır dağa çıkar. Orada bir ağaçtan tecelli (görüntü ve ses) ile vahye muhatap olur. Peygamberimiz de Mescid-i Haram`dan Mescid-i Aksa`ya yürür ve orada son sidre ağacından bir tecelli ile vahye muhatap olur. (Kasas; 30 ve Ta Ha; 9-24. ayetleri tetkik ediniz.)
















1/ALAK (Embriyon) SURESİ

Rahman ve Rahîm Allah adına.

Ayetlerin Meali :

1 - Oku! Yaratan Rabbinin adına;
2 - ki O, insanı alaktan (embriyondan) yarattı.
3 - Oku! Senin Rabbin ise Ekrem`dir (en üstün olandır).
4 - O ki kalemle öğretti;
(Veya)
3, 4 - Oku! En üstün olan senin Rabbin ise kalemle öğretendir;
5 - insana bilmediğini öğretti.
6 - 8 - Hayır… Hayır… Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendini yeterli gördüğünde (zengin olduğuna inandığında), kesinlikle azar (tuğyan eder).
9, 10- Namaz kıldığı (haniflik ettiği, şirke ve tağuta karşı çıktığı) zaman bir kulu, engelleyen kişiyi gördün mü?
11, 12- Gördün mü, eğer o kul doğru yol üzerinde idiyse ya da takvayı emrettiyse!
13- Gördün mü, eğer o yalanlamış ve yüz çevirmiş ise!
14- O, bilmedi mi? Kesinlikle Allah`ın görmekte olduğunu!
15, 16- Hayır… Hayır… Eğer o, son vermeyecek olursa, ant olsun, perçemden; yalancı, günahkâr perçemden tutup sürükleyeceğiz.
17- O zaman o meclisini çağırsın.
18- Biz zebanileri çağıracağız.
19- Hayır… Hayır… Ona boyun eğme! Ve secde et ve yakınlaş.


















Ayetlerin tahlili:

1. Ayet:

Oku! Yaratan Rabbinin adına;

İkra` ve Kur`an sözcükleri:

`إقرأ İkra` sözcüğü, “قرأ qaree” fiilinin emir kipidir. Bu sözcük İbranice`de ve Süryanice`de de mevcuttur. Meselâ şu anda bile Süryanice`de “okumak” sözcüğü için “kıryono” kullanılır. “ikri” sözcüğü de “adımla, oku” anlamındadır. Araştırmacılar “ikra`” sözcüğünün, hangi dilden diğerine geçmiş olduğu konusunda tam bir kanaat sahibi değildirler. (Dr. Subhi es Salih, Mebahis Fi ulum-il Kur`an; Aziz Günel, Türk Süryaniler Tarihi; Dr. Semih Ebu Muğulî, Fil-l Kur`ân Min Külli Lisan adlı eserler.)
Kur`an`daki terimler üzerinde büyük uzman Ragıb el İsfehânî`nin, Müfredat; Arap dili ve kökeni üzerinde büyük otorite olan İbn-i Menzur`un, Lisan-ül Arab ve Zebidi`nin, Tac-ül Arus adlı eserlerinde beyan ettiklerine göre; henüz defter-kitap ortada yok iken “qaree” sözcüğü, “hayız kanının rahimde toplanması ve dışarı atılması” anlamına üretilmiş (vazedilmiş) ve bu anlamda kullanılmıştır. Zaman içerisinde bu sözcük, kadınların hayızlı (kanamalı) geçen günleri ile takip eden kanamasız günlerini kapsayan dönemlerinin adı olarak kullanılmıştır. Nitekim sözcüğün Bakara suresinin 228. ayetindeki gibi kullanımı bu anlamdadır.
Daha sonra bu sözcük, “istiare (ödünç alma) yoluyla bir şeyleri biriktirip onu dağıtmak; başka yerlere nakletmek” anlamında kullanılmaya başlamıştır. Lisan-ül Arab`da yer aldığına göre “develerin, hamile kalıp yavruyu rahimde taşıyıp sonra da doğurmasına قرأت النّاقة qareetinnagatü” denilirdi.
Yukarıdakilere ek olarak bu sözcük bir de, “harfleri, kelimeleri, cümleleri ya da bilgileri bir araya getirip bir başkasına nakletme” eylemi için kullanılmaktadır. İşte bu sözcüğün “okumak” anlamında kullanılma nedeni budur.
Ne var ki bu sözcüğü kısaca “okumak” diye çevirmek, maalesef yeterli olmamaktadır. Kur`an`da bu sözcüğün neden kullanıldığını anlamak bakımından da yanlış sonuç vermektedir. Çünkü, Türkçe`de kullanılan “okumak” sözcüğünün karşılığı, Arapça`da “tilâvet” sözcüğüdür. Buna, hazır olan bir metni okumak diyebiliriz. Ancak Kur`an`ın “ikra`” sözcüğü ile bu anlamda bir okumayı kastetmediği açıktır. A`lâ suresinde geçen “Biz sana biriktireceğiz ve dağıttıracağız, sen de unutmayacaksın” ifadesi ile Kıyamet suresinin 17-19. ayetlerinde de tekrarlanan buna benzer ifadeler bize göstermektedir ki; “Kıraat, önce bir şeyleri (bilgileri) zihinde, kitapta vs. toparlayıp, hazırlayıp ondan sonra başkalarına sözlü ya da yazılı olarak aktarmaktır.” Ele bir gazete, dergi, kitap alıp sessizce okuyup bir şeyler öğrenmek “kıraat” sözcüğünün ifade ettiği okumak olmayıp “tilavet” sözcüğünün ifade ettiği okumaktır. Görüldüğü üzere “ikra” sözcüğünün esas anlamını tek bir sözcükle ifade edemiyoruz. Meal ve tahlilde “ikra’” sözcüğüne “oku!” diye anlam vermiş olsak da doğrusu açıkladığımız gibidir. Bu dikkatten kaçırılmamalıdır.
Şu halde konumuz olan “ikra`” emrinden, peygamberimizde bir şeylerin biriktirileceğini ve sonra da bu biriktirilenlerin yine ona dağıttırılacağını anlamamız gerekir. Diğer bir ifadeyle peygamberimiz, Allah`tan bir şeyler öğrenecek ve öğrendiklerini insanlara öğretecektir. Bu öğretmeyi ister sesli isterse yazılı yapacaktır. Kendisine “ikra`” emir sözcüğü ile emredilen; verilen görev işte budur. Bu konuda şu ayetlere bakılabilir: İsra; 14, 45, 93, 106, Nahl; 98, Şuara; 199, A`râf; 204, İnşikak; 21, A`lâ; 6 ve Müzzemmil; 20.
Ancak unutulmamalıdır ki bu ayetler kendisine vahyolduğu zaman neyi okuyacağını, neyi zihninde toparlayacağını, neyi depolayacağını, neyi taşıyacağını ve neyi dağıtacağını peygamberimiz henüz bilmemektedir.
Hud suresinin 1. ayetinde belirtilen Kur`an`ın “önce ihkam (yasalaştırma) sonra tafsil (detay, ayrıntı)” üslûbu doğrultusunda Kur`an`ın önsözü mahiyetinde olan bu surede işaret edilenlere, ilerideki ayetler ve surelerde detay verilecektir.
“قرآن Kur`an” sözcüğü de bu kökten türetilmiş “Furqan” kalıbında mastar ve isimdir. Anlamı da, “emir, nehy, kıssa toplanıp dağıtılan (Allah`tan alınıp, kullara tebliğ edilen); Allah`tan öğrenilip kullara öğretilen” demektir.
Özetle söyleyebiliriz ki “ikra`” emri, toplamak ve dağıtmak anlamı ekseninde “Vahyolunacağı zihninde toparla/ oku /dağıt, tebliğ et” anlamına gelir.

Yaratan Rabbinin adına.

Verilen görev Yaratan Rabb adınadır. Bundan sonra yerine getirilecek görevde kişisel bir amaç ve çıkar söz konusu olmayacaktır.
Peygamberimiz bundan böyle Rabbini de yavaş yavaş tanıyacaktır: Yaratan, Ekrem (En üstün olan), Kalemle öğreten…. Daha sonra Rabbülâlemin (Tüm yaratıkların Programcısı)…. Rahman (Çok merhametli), Rahîm (Hep merhametli), Malik-i yevmiddin (Karşılık gününün kralı), Rabbül felâk (çatlamanın programcısı), Rabbünnas (İnsanların programcısı), Habir (Her şeyden haberi olan)… Vahy geldikçe Esma-i Hüsna dediğimiz Rabbimizin güzel isim ve sıfatları öğrenilecek ve Rabbimiz tanınacaktır.

الرّبّ Rabb, “Terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa göre uygun olarak bir takım hedeflere götüren, tekâmülü (gelişmeyi) programlayıp yöneten” demektir. “Rabb” kavramı “Yaratan”, “ilâh” gibi diğer kavramlarla karıştırılmamalıdır.
Allah`ın Rabb özelliği zerreden evrene her nesne üzerinde ilk var oluşundan (doğumundan, oluşumundan) itibaren en son aşamaya kadar devam etmektedir. Hiçbir varlık hiçbir zaman bu programdan ayrı değildir. Rabb sıfatı Kur`an`da en çok geçen sıfattır ki tam 903 kez yer alır.

2. Ayet:

ki O, insanı alak (embriyondan) yarattı.

Eski tefsirlerde(!) “علق alak” sözcüğünün karşılığı, kelimenin sözlük anlamlarının dışında “kan pıhtısı” olarak yer alıyordu. Bunun nedeni; ya ilk Yunan hekimi Hipokrat ve takipçilerinin etkisi, ya da düşük yapan bir kadında, düşük halindeki ceninin, rahim kanıyla karışık görüntüsünün kabaca izlenimiydi.
“Alak” sözcüğü; “birleşmek, bitişmek, asılı olmak, cezp etmek, gönülden sevgi ve aşk” anlamlarına gelmektedir.
İnsanın yaratılışındaki “alak” evresi, “nutfe” evresinden sonradır (Müminun; 14 ve Hacc; 5). Nutfe/ spermatozoid tarafından döllenen yumurta, rahime yapışır. Böylece embriyon, rahim üzerinde bir kök oluşturarak rahime çengelle asılmış bir görünüm arz eder ve o kök ile beslenir. Rahime asılı bu döllenmiş yumurta adeta bir parazit pozisyonunu andırır. Başka bir ifadeyle aslında bu “lârva” yani embriyon kurtçuğu, parazitin bizzat kendisidir. Cenin hamilelik süresince bir parazit olarak anneden beslenir. (Geniş bilgi modern biyoloji ve embriyoloji kitaplarından elde edilebilir.)

Bu ayetten şu anlamları çıkarmak mümkündür:
Allah en basitten, en olmadık şeyden mükemmel insanı yaratandır.
Veya kibirli olanı (Ebu Cehil`i ve benzerlerini) bir pis şeyden yaratandır. İnsanın evveli cife (iğrenç şey), ahiri lâşedir (leş). Öyleyse bu kibir niyedir? Yani kibrin yersizliği de vurgulanmaktadır.
Aslında, Rabbimiz`in embriyondan yarattığı sadece insan değildir. Canlıların birçoğu embriyondan yaratılmaktadır. Burada niçin sadece insandan söz edilmektedir diye düşünebiliriz. Bize göre canlılar içinde akıl sahibi, mükellef (yükümlü) tutulan, muhatap alınan “insan” olduğu için ayette sadece “insan” yer almıştır.
Ayetten İşaret anlamı olarak “koskoca insanı küçücük bir hücreden yaratan Rabbin, bir Muhammed`den de koskoca bir ümmet yaratacaktır” mesajı da alınabilir.
Alak/ embriyonun mahiyetinin, bu ayetin indiği dönemde henüz tam bilinmediği dikkate alınırsa, bu ayet içeriği itibariyle bugün mucize niteliği de taşımaktadır.
Anlatımlar “tekil” insan (Ebu Cehil) kimliğinde olmasına rağmen tüm insanlığı içine almaktadır.





3. Ayet:

Oku!
Senin Rabbin ise Ekrem`dir/ en üstün olandır.

“إقرأ ikra`” yineleniyor. Mesaj; bir metni en az iki kez okuyunuz! Bu suredeki “senin Rabbin” ifadesi, Fatiha suresinde “Rabbülâlemin (Âlemlerin Rabbi)” olacaktır.

Senin Rabbin ise Ekrem`dir/ en üstün olandır.

Ayetteki “ise” sözcüğü, ayetin anlamı açısından son derece önemlidir. Buradaki “ise” sözcüğü, bir mukayese yapıldığını belirtmektedir. Ebucehil`in Kâbe`de namaz kılan, sosyal faaliyetlerde bulunan Muhammed`i engelleyişi ve hezeyanları (saçmalamaları), mukayese edilenin Ebucehil olduğunu göstermektedir. Yani; “o (Ebucehil) kerim (cömert, saygın) ise, senin Rabbin Ekrem`dir (En cömert, en saygın, en üstün olandır)” anlamı ortaya çıkmaktadır.
Ayetlerdeki “و Vav” ihmal edildiği için meal ve tefsirlerin çoğunda “ise sözcüğü bulunmamaktadır. Bu hatanın sonucunda bu ayetin işaret etmiş olduğu Ebucehil`in kerimliği akıldan uzaklaşmakta ve cümle sağlıklı olarak anlaşılamamaktadır.

4, 5. Ayetler:

4- O ki kalemle öğretti;
(veya)
(3, 4- Oku! En üstün olan senin Rabbin ise kalemle öğretendir;)
5- insana bilmediğini öğretti.

Allah, kendisini peygamberimize tanıtmaya başlıyor: Rabb, yaratıcı, en cömert, en üstün ve bilgilendirici.
Kullar açısından en önemli şey, en gerekli şey bilgidir. Demek istenmektedir ki bundan sonra Allah bilgi akıtacak, vahyedecek ve peygamber o bilgileri toparlayacak; ezber edecek, yazacak ve insanlara tebliğ edecektir (iletecektir).
Peygamberimiz tâğutla, tuğyanla, şimdilik bilgi silâhıyla mücadele etmelidir. Yani herkesi bilgilendirmeye çalışmalıdır.

Kalem ile talim: Kalem, ilmin (okulun-kitabın) iletişim ve neşriyatın (her türlü yayının) sembolüdür. İşaret anlamıyla da, gönderilecek vahylerin kalemle yazılmasının, zapturapt altına alınmasının gereğine işaret eder. Zaten peygamberimiz de hemen vahy kâtiplerini oluşturmuş, her ayeti yazılı metin haline getirmek suretiyle tartışmasız bir durum sağlamıştır. Ya yazılmasaydı, yazdırılmasaydı herhalde aşağıdaki fıkra gibi olurdu.
Fıkra şöyle:
“Bir albay binbaşıya emir verir: “Yarın güneş tutulacak. Bu her zaman görülen bir olay değil. Sen eğitim elbiseleriyle bütün askerleri eğitim alanında topla. Ben onlara bu olayı izah edeceğim. Eğer yağmur yağarsa o zaman içeriye, kapalı eğitim alanına alırsın. Ben onlara gerekli izahatı vereceğim.”
Binbaşı da, yüzbaşıya: “Yarın albayın emriyle güneş tutulacak. Bu her zaman görülen bir olay değil. Eğer yağmur yağarsa merasim kapalı talimgahta yapılacaktır. Askerleri kapalı alana alırsın” der.
Bunun üzerine yüzbaşı teğmene şu talimatı verir: “Yarın albayın emriyle saat 9.00`da güneş tutulması açılış töreni yapılacak. Her zaman görülen bir olay olmadığından askerler eğitim elbiseleriyle gelsin. Eğer yağmur yağarsa o zaman kapalı talimgâhta bu merasim yapılacaktır.”
Teğmen de başçavuşa der ki: “Yarın açık talimgâhta talim elbisesiyle albay tutulacaktır. Dolayısıyla siz bütün askerleri hazır bulundurun.”
…………..
Askerler de kendi aralarında şöyle konuşurlar: “Bizim başçavuş yarın albayı tutuklayacak. Biz de seyredeceğiz.”

Zamanında yazılmasına engel olunmuş peygamber sözlerini, fiillerini, takrirlerini (anlatmalarını, ders vermelerini) iki asır sonra sözlü nakillerden toplayanların topladıklarının, acaba bu fıkradaki değişimden farkı var mıdır!

Kalem mecazî bir ifadedir. Kalem insanlığın gelişiminin yücelişinin en önemli aletidir. Kalemden amaç bilgidir, okuldur. Her türlü eğitim malzemesidir. Buradan, eğitimin tüm alt ve üst yapısının hazırlanması gereğini de anlamalıyız.
Kalem, mecaz olarak ele alınmaz ise, uyduruk rivayetler ön plana çıkıverir, Arş’ın etrafına melekler oturtulur, önlerine hokkalar konur, peygamberimiz de miraçta kalemlerin gıcırtısını dinler ve gelir anlatır (!).

6 - 8. Ayetler:

Hayır… Hayır…
Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendini yeterli gördüğünde (zengin olduğuna inandığında) kesinlikle azar (tuğyan eder).

“Kellâ (Harf red`)”nın anlamı “Hayır.. Hayır…” Demektir. Bu sözcük, muhataptaki bir düşünce veya eylemi inkâr ve reddetmek için söylenir. Babanın çocuğuna müdahalesi, öğretmenin öğrencisine müdahalesi anlamında olup. Bildiğimiz herhangi bir soruya verilen olumsuz cevap olan “hayır” sözcüğü ile alâkası yoktur.
Burada reddedilen nedir? Bunu bulamazsak ayetler ve sure anlamsızlaşır, edebî mucize olan Kur`an`ın, garabetle/ anlam bozukluklarıyla dolu meal ve anlatımları ortaya çıkar.

Bazı tefsirciler(!), bu sözü “Ebucehillerin yaptıklarına red” olarak algılayıp, “Hayır, onun zannettiği gibi değil” diye kitaplarına yansıtmışlardır. Oysa muhatap “o” veya “onlar” değildir. O anda, ilk vahy esnasında Allah`ın karşısında sadece peygamberimiz vardır. Ve Allah peygamberimize “Hayır… Hayır…” demektedir. Yani Allah, peygamberimizin yaptığı veya düşündüğü bir şeye müdahale etmektedir.
Kellâ`nın anlamı birçok meal ve tefsirde maalesef ya ihmal edilmiş, ya da yanlış verilmiştir.

Peygamberimiz kendisine vahyler gelirken hiçbir şey yapmadı ve söylemedi. Sadece dinledi. O zaman Rabbimiz neye müdahale etmiş olabilir? Tabiî ki peygamberimizin zihninde oluşturduğu şeylere. Çünkü Allah, Alîmün bizatissudur`dur (akıllardan geçenleri bilendir).
Kalem suresi, A`lâ suresi, Müddessir ve Müzzemmil suresi gibi ilk inen surelerdeki ayetlerin işaretinden öğreniyoruz ki bu olay karşısında peygamberimizin aklına çok şey geldi: Peygamber seçilişinden şüphelendi (Yunus; 94). Kendini buna uygun bulmadı. Verilen görevi zor gördü. Mücadele edeceği kitleyi çok güçlü ve acımasız gördü. Kendisinin hakkında delirdiği, mecnun olduğu yolunda çıkabilecek söylentileri düşündü. Rabbimiz bu düşüncelerin yersizliğini, peygamberimizin bunları kafasından çıkarıp atmasını isteyerek ona Kellâ (Hayır… Hayır…) diye seslendi. İşte buradaki Kellâ (Hayır… Hayır…)`ın anlamı budur.
Yani; “İşte insanlığın tuğyanı, firavunlaşması, zalim bir sistem oluşturması nedeniyle… seni peygamber yapıyorum… bundan sonra sana vahy olunanları toplamalısın, onları başkalarına taşımalısın; tebliğ etmelisin.”
Ayette bahsedilen azma/ tuğyan; mahallede, sokakta şımarık davranışlarla yapılan sıradan bir azma ve şımarma değildir. O nedenle tuğyan ve onun mümessili (temsilcisi) tağut ile ilgili biraz ayrıntılı ve kavramsal bilgi verme ihtiyacını duyuyoruz.


TUĞYAN

طغيان Tuğyan; haddi aşma, zulüm, azgınlık, sapıklık, isyan, küfür demektir.
Tuğyan kelimesi “ طغى tağâ” (azdı, taştı, zulmetti) fiilinin mastarı olarak Kur`an`da dokuz yerde geçer. Ayrıca haddi aşıp azgınlık yapan kişi ve topluluklar manasında (taği) altı yerde; insanları yoldan çıkaran, azdıran “şeytan”, “put” ve “kâhin” anlamında (tağut) sekiz yerde geçer. Mastar ve diğer türevleriyle birlikte bu kelime Kur`an`da toplam otuz dokuz yerde zikredilir (anılır). (Bk. İbn Menzur, Lisan-ül Arab, “طغى Tağa” maddesi.)
Tuğyan, insanın tabiatında vardır. Vahye kulağını tıkayan, kendi aklını yegâne rehber kabul ederek kendini beğenen “bencil” insan, bir de çok mal sahibi olup kendini ihtiyaçtan uzak görmeğe başladı mı, tuğyan içine düşmüş olur.
İnsan, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek hissettiği zaman artık Allah`ı unutur; gerçek kudrete, ilime ve istediğini dileme ve yapabilme güç ve iradesine sahip olanın yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum insan için tuğyana açılan bir kapıdır; artık dilediğini yapar, hak-hukuk ve hiçbir sınır tanımaz. Allah`a ortak koşmaya, nefsini O`nun yerine geçirip heva ve heveslerinin peşinden gitmeye başlar. İşte bu hâl, tuğyan hâlidir ve bu tür insanlar da Kur`an`ın diliyle “tağî”dir.
Kur`an`da “Firavun”, “Tuğyan”ın simgesi olarak takdim edilmiştir. O, bütün gücün kendi elinde olduğuna inanıyor, insanları küçük görüyor, onları öldürüyor ve en kötü işkenceye maruz bırakıyordu (Bakara; 49, İbrahim; 6). Firavun mantığına göre bütün insanlar onun kulu-kölesi; “Mısır ve nehirler” onun mülkü idi. Firavun milletine şöyle seslendi: “Ey milletim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?” (Zühruf; 51).
Eğer ona Musa ve Harun gibi iki mübarek peygamber gidip de “tuğyan”ını hatırlatmasa ve onu Allah`a çağırmasa idiler, belki o ahirette Allah`a karşı özür beyan etme bahanesi üretebilir, “Ya Rabbi bana bir uyarıcı gelmedi ki” diyebilirdi. Çünkü azgınlığının farkında değildi; insanları köle olarak çalıştırmayı, onlara işkence etmeyi ve öldürmeyi, tabiî hakkı olarak görüyordu. Saltanatı onu mağrur etmişti.
Tuğyanın temelinde “kibir” ve “bencillik” yatar. Şeytanın da azgınlığının sebebi kibir ve bencillik idi. Bu bakımdan Nisa suresinin 51. ayetinde “Tağut”, şeytanı (İblisi) da kapsamaktadır.

TAĞUT

طاغوت Tağut, azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, şeytan, put, puthane, kâhin, sihirbaz, Allah`ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluşların tümü, anlamlarına gelir. Arapça “ طغى Teğa” kökünden türetilmiş olup kelimenin mastarı olan “طغيان Tuğyan”, Yüce Allah`a isyan etmek anlamına gelmektedir.
“Tuğyan” ile aynı kökten gelen “Tağut” kelimesi; azgın, insanlara zorla hükmeden, kâfir, zorba kişiyi ifade eder.
Kur`an`da; Allah, müminlerin dostu ve yardımcısı; “Tağut” ise, kâfirlerin dostu ve yardımcısı olarak gösterilmiş ve müminlerin, “Allah yolunda savaştıkları” kâfirlerin ise, “tağut yolunda savaştıkları” ifade edilmiştir:

Bakara suresi ayet 257: Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan
aydınlığa çıkarır, inkâr edenlerin ise dostları azgın
putlar (tağut) dır. Onları aydınlıktan karanlıklara
sürüklerler. İşte onlar cehennemliklerdir. Onlar
orada temelli kalacaklardır.

Nisa suresi ayet 76: İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler
ise şeytan (tağut) yolunda harbederler. Şeytanın
dostlarıyla savaşın. Esasen şeytanın hilesi
zayıftır.
Allah`ın indirdiği hükümlere muhalif olan ve onların yerine geçmek üzere hükümler icat eden her kişi ve kurum tağuttur.

Tağut, Allah`a karşı isyan etmekle beraber, O`nun kullarını kendisine kul edinmek gayretinde olandır. Bu ise şeytan, papaz, dinî veya siyasî lider veyahut da kral olabilir.

Yüce Allah Kur`an`da: “Andolsun ki biz her kavme `Allah`a ibadet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının` diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir” (Nahl; 36), “İman edenler Allah yolunda cihat ederler, kâfirler ise tağut yolunda savaşırlar” (Nisa; 76), ayetleriyle müminlere tağut hakkında bilgi vermekte ve tağuta karşı takınmaları gereken tavrı açıklamaktadır.
Her ne şekilde olursa olsun, insanlar tarafından konulmuş ve Allah`ın hükümlerine muhalefet eden hükümler “tağutî hükümler” olarak isimlendirilirler.
Yüce Allah Kur`an`da; “Sana indirilen Kur`an`a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tağutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki tağutu inkâr etmekle (kâfir saymakla, lânetlemekle) emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa saptırmak ister” (Nisa; 60) buyurmaktadır.
Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra, Yüce Allah`ın indirdikleriyle hükmetmeyip, heva ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar, aynı zamanda “ilâhlık” iddiası içindedirler. Dolayısıyla Allah`ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar da, tevhit akidesinin (inancının) dışına çıkıp kâfir,zalim ve fasık olurlar. Yüce Allah Kur`an`da, Allah`ın indirdiği ile hükmetmeyenleri, kafir, zalim ve fasık olarak nitelemiştir (Maide; 44-47).
Konumuz olan ayetten de anladığımız gibi Yüce Allah, Nuh peygamberden, peygamberimize kadar bütün peygamberleri, insanlığı “Tevhit”e, yani Allah`ın varlığına ve birliğine, ortağı olmadığına inanmaya; O`nun koyduğu hükümleri kabullenmeyerek kendi heva ve heveslerine göre hüküm koyma isteğinde olan “tağut”a karşı savaşmaya ve tağut kapsamına giren her şeye kulluk etmekten kaçınmaya çağırmaları için göndermiştir.
Bu tağutlar; İbrahim peygamber döneminde Nemrut, Musa peygamber döneminde Firavun, peygamberimiz döneminde de Ebucehil, Ebuleheb gibi Dar-ün Nedve`nin (Halk Meclisi`nin) ileri gelenleri ve puta tapan şahsiyetleri olduğu gibi, diğer peygamberler döneminde de, kendilerine gönderilen peygamberlerin getirdiği tevhit akidesini (inancını) inkâr edip, atalarından kalan inançları devam ettirme inatçılığı gösteren puta tapan kavimler olmuşlardır.
Tağutların devri kapanmış değildir. Peygamber bulunsun veya bulunmasın, her dönemde tağutlar varlıklarını korumuşlardır. Tağut, sadece eski kavimlerde ortaya çıkıp yaşama imkânı bulan bir güç değildir. Tağut, bugün de Müslümanların en büyük düşmanıdır. Tağut, devlet sistemlerini, ahlâki değerleri (dini) ele geçirmiş ve onları Müslümanlara zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tağut, Müslümanları dört yanından kuşatmış bulunmakta ve Müslümanlara hayat hakkı tanımamaktadır.
Öyleyse anlıyoruz ki peygamberimizin görevi, sokaktaki şımarıklarla mücadele değil tağutî düzen kuranlarla mücadele etmek, onları uyarmaktır.
Ayetteki “ إنّ inne”, “ل Lam” ve cümlenin isim cümlesi olması tekitlerinden (kuvvetlendirmelerinden), anlıyoruz ki, peygamberimizin karşısındaki düşman çok çetindir. Musa`nın karşısındaki Firavun ile peygamberimizin düşmanları mukayese edilecek olsa, ayetteki üç tekit (kuvvetlendirme) bize âdeta, peygamberimizin düşmanlarının azgınlığının, Firavun`un azgınlığının 3. kuvvetine denk olduğunu söylemektedir. Yani Firavun`un tuğyanı 10 ise peygamberimizin karşısındaki düşmanların tuğyanının şiddeti 10³ yani, 10x10x10=1000`dir.
İnsanın tuğyanına diğer bir ifadeyle tağutlaşmasına iki sebep gösterilmiştir. Birincisi ahireti inkâr, ikincisi de istiğna. İstiğna; insanın, kendisinin zengin olduğuna inanması (ister gerçek olsun, ister zannederek olsun) demektir. Sözcük, “إستفعال istif`al” (kelime türetilen kök) babındandır (faslından, bölümünden). Arapça dil bilgisi kuralları gereği İstifale`nin “sin”i fiile; “talep”, “süal”, “tahavvül”, “itikat”, “vicdan”, “inkılab”, “isabet”, “ziyade”, “nazar” ve “teslim” anlamları kazandırır. Buradaki “sin”, itikat/ inanç anlamı kazandırmıştır.
Kendisini zengin, yeterli görenlerin şımarıklıkları, azgınlıkları Hümeze suresinde de vurgulanmıştır.

9, 10. Ayetler:

Namaz kıldığı/ haniflik ettiği (şirke ve tağuta karşı çıktığı, sosyal
yardım yaptığı) zaman bir kulu, engelleyen kişiyi gördün mü?

Bundan sonraki ayetlerde Rabbimiz, azmış insanı somut olarak göstermekte, Peygamberimizin niçin peygamber yapıldığının gerekçelerini örneklerle açıklamaktadır. Kur`an`ın bir özelliği de örneklemeli oluşudur. Yüce Rabbimiz anlayış olarak en alt seviyede olanın bile Kur`an`ı anlayabilmesi için örnekler sunmuş ve bundan çekinmediğini buyurmuştur. (Bakara; 26)
Ayetteki “صلّى sallâ” sözcüğü meal ve tefsirlerde genellikle “namaz kıldı” anlamıyla yer alır. Aslında bu tam namaz kılmak değildir. Biz bunu burada “haniflik etmek; şirke karşı durmak, tağuta karşı çaba harcamak, sosyal yardım için koşmak” anlamlarıyla kısa bir şekilde “salli ve salât” sözcükleriyle ilgili geniş açıklamayı Kevser suresininde “فصلّ Fesalli” sözcüğünün tahlilinde (çözümlemesinde) vereceğiz.

11, 12. Ayetler:

Gördün mü, eğer o kul doğru yol üzerinde idiyse veyahut takvayı
emrettiyse!

Yani; “Dikkat ediyor musun? Doğru yol üstünde olan, çevresine takvayı (cennete gidişin bedelini) emreden, öğreten bir kul (yani sen) bile haksızlığa uğramaktadır.”
Buradaki “تقوى takva” sözcüğünden şimdilik “şirkten kaçınmayı” anlayacağız. Zira peygamberimiz de henüz şirkten kaçmaktan başka takvaya ait detay bilmiyordu. Şirkten kurtulma noktası ise kendisine daha önce lütfedilmişti. (Yukarıda bahsetmiş ve Enbiya suresi 51. ayeti delil göstermiştik.)
Dilbilgisi kurallarına göre bu cümle şart cümlesidir. Bilindiği üzere şart cümleleri şart ve ceza denilen iki bölümden oluşur. Burada şart cümlesinin birinci bölümü mevcut olup cümlenin sonuç kısmı, yani ceza bölümü söylenmemiştir. Burada edebiyat kuralları ön plâna alınıp “İcaz-ül Hazf” yapılmıştır. Bu yöntem cümleye zenginlik kazandırmak için uygulanır. Buna göre sonuç bölümü şöyle takdir edilebilir:

“O kimseye hiç engel olunur mu?
O kimseye hiç zulmedilir mi?
Aksine ödül verilmez mi?”

13. Ayet:

Gördün mü, eğer o yalanlamış ve yüz çevirmiş ise!

Yani; “Dikkat ediyor musun? Bu engelleyen kişi, din gününü yalanlamakta ve yüz çevirmektedir.”
Bu cümle de şart cümlesidir ve bunda da sonuç bölümü yoktur. Burada da İcaz-ül Hazf yapılmıştır. Bunun sonuç bölümü de şöyle takdir edilebilir:

“O insan hiç başıboş bırakılır mı?
Hiç onların yalanlamasına, azmasına seyirci kalınır mı?
Onların bilgilenmelerine, eğitilmelerine uğraşılmaz mı? Onları inzar (uyarmak) için bir peygamber gönderilmez mi?
Cezalandırılmazlar mı?
Mazlumlar zulümden kurtarılmaz mı?”

14. Ayet:

O, bilmedi mi? Kesinlikle Allah`ın görmekte olduğunu!

Yani; “O insan (engelleyen insan), kendi yaptıklarını Allah`ın gördüğünü bilmemektedir.”
“İşte bunların değişmesi gerekir. İnsanlar, zulümden kurtarılmalı… Kimse yalanlamamalı… Kimse yüz dönmemeli… Herkes, Allah`ın her şeyi gördüğünü bilmeli, öğrenmeli… Bunları oluşturma görevi sana verildi… Sen peygamber yapıldın… Sana vahyedilecekleri zihninde toparla ve yaratan Rabbinin adına oku, tebliğ et, başkalarına ulaştır!”

15, 16. Ayetler:

Hayır… Hayır…
Eğer o, son vermeyecek olursa, ant olsun, perçemden; yalancı,
günahkâr perçemden tutup sürükleyeceğiz.

Surenin bu kısmı, peygamberlik görevinin, bilgi ve bilgilendirme boyutundan başka bir boyutuna dikkat çekiyor: Eğer insanlar, Allah`a dönecek olmalarına rağmen kendilerini müstağni sanarak (hiç kimseye, Allah`a bile ihtiyacı olmadığına inanarak), tâğutlaşmış ve hidayet üzerine olanlara, takvayı emredenlere saldırıyor, zulmediyorsa onlar cezalandırılacaklardır. Bu cezalandırma hem dünyada hem de ahirette olacaktır.
15. ayetteki “Kellâ (Hayır… Hayır…)” ifadesi, yine peygamberimizin, bu tâğutlar ile baş edilemiyeceğine dair düşüncesinin reddidir. Onların varlıklı, oğullu -uşaklı nedveleriyle (halk meclisleriyle) organize bir müşrik tayfası olduğu ve buna karşılık kendisi ise tek başına olması sebebiyle peygamberimiz böyle düşünmüştür. Rabbimiz ise bu düşüncenin yersizliğine dikkat çekmiş ve bu tip problemleri kendisinin çözeceği mesajını vermiştir. İleriki surelerde bunların hem detayını hem de somut örneklerini göreceğiz.
Ayetteki perçemden veya alından tutup sürüklemek, bir insanı toplum önünde rencide etmek, başına çok çeşitli belalar açmak, burnunu sürtmek anlamında bir Arap deyimidir. Yukarıda hakikî (gerçek) mana olarak verdik. Ayette Mecaz; Mecaz-ı aklî ifade kullanımı vardır. Perçem zikredilmiş, sahibi murat edilmiştir (kastedilmiştir). Mecazî anlamı; “Sahibi yalancı ve günahkâr olan perçem” demektir.

17. Ayet:

O zaman o meclisini çağırsın.

Bu ayette bu işin kolay olmayacağı, küfürle savaşılması gerektiği vurgulanıyor.

O azgın tüm meclisini, (Dar-ün Nedvesini) parlâmentosunu, kongresini, kurultayını, tüm işbirlikçilerini; Birleşmiş Milletlerini, Natolarını vs. (kendisine bağlı adamlarını) hepsini toplasın, karşı koysun.
Nâdiye ve Nedve (halk meclisi) aynı kökten türemiştir. Kalıpları farklı olsa da anlamları aynıdır.

Peygamberimizin görevlendirildiği dönemdeki Mekke`nin idarî, siyasî (politik), içtimaî (sosyal), ve iktisadî (ekonomik) durumu bilinirse, konumuz daha iyi anlaşılacak ve İslâm dini neleri tasvip etmiş, nelere karşı çıkmış, hepsini öğrenmek mümkün olacaktır.
Yaklaşık olarak M.S. 400`lerde doğduğu tahmin edilen ve peygamberimizin beşinci atası olan Kusay bin Kilab`ın, Mekke civarında kurduğu idarî ve siyasî bir sistem vardır ki, buna tarihçiler “Mekke Cumhuriyeti” adını verirler. Kusay, ancak yaşları 40`ın üzerinde olanların katılabileceği Dar-ün Nedve adında bir şûra (danışma kurulu) kurmuştur. İdarî, siyasî ve iktisadî işlerin yönetimini ayrı birimler halinde tesis ederek demokratik bir sistem oluşturmuş, devlet idaresini kabileler arasında taksim etmiştir.

Ana hatlarıyla bu dağılım şöyledir:

1. Sidanet ve hicabet: Kâbe`nin bakımı ve korunması.
2. Sikayet: Mekke`nin su işleri.
3. Rifade: Fakir hacıların yiyeceklerinin temini.
4. Liva: Savaş işleri.
5. Kıyade: Askerî işler.
6. Nedve: Halk meclisi.
7. Meşveret: Önemli olayların tartışıldığı kurul.
8. Sefaret: Diğer ülkeler ile olan ilişkiler.
9. Hükümet: Halk arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesi ve davaların
bakımı
10. İşnak: Ticaret mahkemesi.
11. Kubbe: Silâh, cephane depolamak.
12. İsar: Falcılık, büyücülük gibi işlere bakan kurul.
13. Emval-i Muhacere: Putlara adanan mal ve eşyaya bakan kurul.
14. İmare: İbadet esnasında asayişi temin eden kurul.
15. Ainne: Savaş esnasında atlara bakım yapan kurul.

Arap Edebiyatında “münafere” diye adlandırılan ilginç bir sistem vardır. Bu sisteme göre; kabile reisliğinde anlaşmazlık olduğunda veya yeni reis (başkan) seçilirken, reis olmak isteyenler bir hakem önünde ve halkın huzurunda karşılıklı tartışmaya girerler, sonunda hakemin üstün gördüğü kişi kabile reisi olurdu.

Bu sistem, seçimlerden evvel yapılan ve demokrasinin öngördüğü propagandaya benzemektedir ve veraset (veliahtlık, babadan oğula geçiş) sistemini devre dışı bırakmaktadır.

Abdullah oğlu Muhammed, peygamber olduğunda Mekke, Kusay`ın kurduğu sistemle yönetiliyordu. Yönetim tek kabilenin ve tek kişinin elinde değildi. Bir nevi istişarî (danışma kurulu bulunan) bir sistem hâkimdi. Nitekim İslâm`ın ortaya çıkışında kurulan ve peygamberimizin de üyesi olduğu “Hılf-ül Fudul” (zengin ve saygın kimselerin oluşturduğu bir sosyal yardım kurulu) konuya iyi bir örnektir.

Bu sistem, İslâm`ın ortaya çıkışına kadar devam etmiştir.

İslâm dini, işte böyle idare edilen bir topluma gelmiştir. İslâm`ın idarî, siyasî ve iktisadî sistemini anlayabilmek için, İslâm`ın geldiği toplumun davranışlarının bilinmesi ve bu davranışların hangilerinin İslâm tarafından onaylandığının ya da kaldırıldığının belirlenmesi gerekir.

18. Ayet:

Biz zebanileri çağıracağız.

Zebani, çok çetin, kuvvetli ve haşin melek demektir (Tahrim; 6). Cehennem meleklerine bu ad verilir. İlerideki surelerde ahireti yalanlayanların ahirette nasıl cezalandırılacakları, detaylarıyla anlatılıp gerekli uyarılar yapılacaktır.
Ama Rabbimiz, yukarıda adı verilmeden kişilikleri nitelenen kimselerin işledikleri suçların cezasının bir kısmını, ahirete bırakmadan dünyada vermiştir. Meselâ: Ebu Cehil`in akıbetini bir hatırlayınız. Afra kadının iki yiğit oğlu Muaz ve Muavviz tarafından ağır yaralanışını, öldü diye bırakılışını, daha sonra İbn-i Mes`ud`un kendisini canlı buluşunu, göğsünün üzerine çıkıp hakaret edişini, kafasını koparıp perçeminden sürükleyerek peygamberimize getirişini ve Ebu Cehil`in daha evvel İbn-i Mes`ud`a yaptıklarını düşününüz. Yani Rabbimizin nice ceberutları (zorbaları) daha dünyada iken cümle aleme karşı nasıl rezil ettiğini bir hatırlayınız. (Geniş bilgi siyer ve sünen (İslam Tarihi) kitaplarında mevcuttur.)

19. Ayet:

Hayır… Hayır… Ona boyun eğme! Ve secde et ve yakınlaş.

Peygamberimizin zihninde yine sorular oluşmuş ki, Rabbimiz Kellâ (Hayır… Hayır…)” diye reddediyor. Buradaki “Kellâ (Hayır… Hayır…)” ifadesinin neyi reddettiğini Kalem suresinin 5-14. ayetlerinden anlıyoruz. Peygamberimiz, “Onların mallı-mülklü, evlâtlı; yakını ve çevresi bulunan birileri olduklarını, onlarla mücadelenin güçlüğünü, karşılarında başarısız olacağını” düşünmüş olmalı ki, bu düşünceleri Rabbimiz “Hayır… Hayır…” diye reddedmektedir. Yani “Öl, mağlûp ol, ama müşriklere sakın boyun eğme.” demektedir.
İkinci derste (ikinci vahyde) bu düşünceler işte şu ayetler ile iyice açığa vurulmuştur:
Kalem suresi ayet 5-14:
“Hanginizde delilik olduğunu yakında sen de göreceksin onlar da.
Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan lâf getirip götüren, iyiliği hep engelleyen, mütecaviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiç birine, mal ve oğulları vardır diye sakın boyun eğme.”

Doğrusunu en iyi bilen Allah`tır






Bu surenin bize mesajı:

Ey peygamberin vârisleri! Ey Ensarullah! Ey Allah`ın yakınları!

Çevrenize bir bakın, insanoğlu kendisinde bir varlık gördüğünde, dönüşü Rabbinize olmasına rağmen Firavun gibi hatta daha da fazla tuğyan ediyor, azıyor.
Görmüyorsunuz! Doğru yol üzerinde olanlar takvayı emredenler, namaz kılanlar kısaca İslâm`ı yaşamaya çalışanlar itilip kakılıyor.
Azgınlar Allah`ın kendilerini gördüğünü, kendilerinden hesap soracağını bilmiyorlar, yalanlıyorlar ve yüz çeviriyorlar.

Ey peygamberin vârisleri! Ey Ensarullah! Ey Allah`ın yakınları!

Kur`an`ı öğrenin ve yaratan; insanı basit bir embriyondan yaratan Rabbinizin adına okuyun, başkalarına ulaştırın!
Kur`an`ı okuyun! Sizin Rabbiniz (size bu görevi veren), sizin arkanızdaki güç en büyük en üstün olandır. Ondan daha üstünü yoktur.
O, kalemle öğreten, insana bilmediğini öğretendir. Bilgiyi ön plâna alın. O azgınları bilginizle yola getirin.

Sakın ümitsiz olmayın!
Eğer bilgilendirmeniz; eğitim vermeniz, nasihat etmeniz sonucu onlar tuğyanlarına, azgınlıklarına son vermezlerse, saldırganlık yaparlarsa onları perçemlerinden tutup cümle âleme rezil-i rüsva edeceğiz.
İsterlerse tüm yardakçılarını, meclislerini, kurultaylarını; tüm yandaşlarını; modern Dar-ün Nedvelerini (halk meclislerini) çağırsınlar yardımlarına….
Biz zebanileri; en korkunç, en haşin güvenlik görevlilerini çağıracağız, yaratacağız, hizmetimize sokacağız…
Sakın ümidinizi kırmayın!
Tâğutlar malca-mülkçe, çoluk-çocukça, askerce ne kadar güçlü gözükseler de sakın onlara itaat etmeyin, sakın onlara boyun eğmeyin!
Siz Bana secde edin, Bana boyun eğin ve yakınlaşın!

Hiç yorum yok: