13 Aralık 2010 Pazartesi

‘KİTAP YÜKLÜ EŞEKLER’ (YENİ) R.İHSAN ELİAÇIK


‘KİTAP YÜKLÜ EŞEKLER’ (YENİ)


Kur’an’ın, mal düşkünlerine “aşağılık maymun”…  Yemede kırmızı çizgisi olmayan her türden yiyici takımına “domuz” Kral/zengin uşağı din adamına “dilini sarkıtarak soluyan köpek”…  dediğini ve şiddetli eleştiriler yönelttiğini gördünüz. (bkz. ‘Allah ile aldatanın önde gideni’ ve  ‘Aşağılık maymunlar olun’ başlıklı makaleler).
Şimdi de “Kitap yüklü eşekler” diye kime diyor onu göreceğiz.
Bazılarınız “Bu nasıl Allah ki kullarına  ‘aşağılık maymun’, ‘domuz’, ‘dilini sarkıtarak soluyan köpek’ veya ‘kitap yüklü eşek’ diye kızıyor, itham ediyor, bu nasıl kutsal kitap?” diyebilir.
Oysa bunlar Kur’an’ın “öfke (gazap) ibresinin” yükseldiği yerlerdir. Buradan neye çok kızdığını anlıyoruz. Bunlar “tefsir mantığı” açısından önemli göstergeler olup şahsen çok önem verdiğim bir “satır aralarını çözme” yöntemidir.
Böylesi öfke ibresinin yükseldiği yerleri iyi inceleyin, hep aynı konu etrafında döndüğünü göreceksiniz…
Bunlardan birisi de “Kitap yüklü eşekler” benzetmesidir.
***
Kur’an’da “eşek” benzetmesi iki yerde geçiyor.
Nuzül sırasına göre gidelim.
İlki “ilk mesajlar” da…
Malum, Kur’an’ın nuzül sırasına göre ilk 37 suresine “ilk mesajlar” diyoruz ki Mekke döneminin üç yıl süren (Ş’ib-i Ebi Talip) amborgosu öncesi yaklaşık ilk altı yılını kapsayan dönem oluyor. Bu dönemin ana karakteri; 37. sureye (Necm) kadar putların isminin hiç anılmaması ve zengin kodamanlardan oluşan 9’lu çeteye (tis’a raht) şiddetli saldırılarla “Lehu’l-mülk” (Mülk Allah’ındır) temasının yoğun bir şekilde işlenmesidir.
İşte “eşek” benzetmesi ilk olarak bunlardan 4. sure olan Müddessir suresinde geçiyor.
Önce sureyi kısaca özetleyelim…
İlk ayetinde peygamberliğinin ilk yıllarında bir ara sessizliğe bürünen Hz. Peygamber’in bu hali “yalnızlığa bürünen” (müddesir) kelimesiyle ifade edildiği için bu adı almış. Sure, Hz. Peygamber’i, açıkça tarihin meydanına atılarak kendini elçi olarak tanıtmasını ve uyanış hareketini başlatmasını ister ve “Kalk ve uyar”, “Rabbini tekbir et (Allahukber’i haykır) diyerek fiili eylem çağrısında bulunur. Mekkeli zengin eleştirisinin en sert yer aldığı surelerdendir. Bu sure ile birlikte Hz. Peygamber dünyayı sarsan o büyük hareketi için meydanlara çıkmıştır. Bu nedenle olsa gerek surenin özellikle ilk ayetlerinin Mekke sokaklarını inleten sarsıcı meydan okumayı yansıttığını görüyoruz.
Surede ele alınan karakter isim verilmeksizin 9’lu çeteden “el-Vahid”(Mekke’nin tek/en büyük zengini) diye bilinen Velid bin Muğire el-Vahid’dir. (Alak ve Mâun surelerinde Ebu Cehil, Leheb suresinde Ebû Leheb gibi ilk 37 sure boyunca bu 9’lu çete tek tek deşifre edilir).
Surenin ilk bölümünde (1-10) Hz. Peygamber’e “Servet (çoğaltma) ve menn(para/servet) beklentisi içinde olma” denilir. (‘En kral’ çevirilerde ‘İyiliği başa kakma’ diye çevrilen.) [Müddesir; 6]
İkinci bölümünde (11-15) Velid bin Muğire el-Vahid deşifre edilir: “Tek başına (el- Vahid) yarattığım o adamı bana bırak. Uzayıp giden mal verdiğim, gözünün önünde oğullarıyla nimetimi döşedikçe döşediğim o adamı… Hala gözü doymuyor; verdiğimden daha fazlasını istiyor.”
Üçüncü bölümünde (16-30) kâr-zarar hesabı yapıp duran bu tüccar karakterin “tanıyın bunları” dercesine ciğeri okunur: “Düşündü, ölçtü, kahrolsun nasıl da ölçtü. Canı çıksın nasılda ölçtü.  Çevresine bakındı, kaşlarını çattı, surat astı. Sonra sırtını döndü ve küstahça böbürlendi…”
Dördüncü bölümünde (31) konuyu hırsızca/arsızca yığdıkları servetlerinden saptırıp metafiziğe postalamak için dalga geçip dillerine doladıkları “ateşin muhafızları”, “19 melek, “Allah ne demek istedi?” gibi topu taca atma mazeretleri tek bir ayetle cevaplandırılır…
Dördüncü bölümde (32-48) cehennem tehdidi gelir. Onların hesap günü “Sizi ateşe sokan nedir?” diye sorulduğunda “Biz (gerçek anlamda) salât edenlerden değildik ve/yani yoksulu doyurmazdık” diyecekleri anlatılır ve “Şefaat’in faydası yok” denir. Buradaki şefaat “Servetiniz sizi kurtaramayacak” anlamındadır.
Şu ayette geçtiği gibi: “Bir kimse kazançları (malı/serveti) yüzünden azabın pençesine düşmeye görsün, o zaman Allah’ın huzurunda O’ndan başka ne bir dost ne de bir şefaatçi bulunur. Kendini kurtarma karşılığı her türlü fidyeyi denkleştirse dahi (dünyaları verse bile) kabul edilmez. Çünkü onlar artık azabın pençesine düşmüşlerdir.” (En’am; 6/70).
Böylece surenin son bölümüne (49-56) gelinir.
İşte burada sure “eşek” benzetmesi yaparak biter: “Onlara ne oluyor ki bütün hatırlatmalardan yüz çeviriyorlar? Sanki ‘aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri’ gibiler. Her biri kendisine özel nama yazılı davetiye (sahife) istiyor. Hayır! Onlar ahiretten korkmuyorlar. Hayır! Bu bir hatırlatmadır!”
Daha önce “gözleriyle seni devirecek gibi bakarlar” (Kalem; 48-52) dendiği gibi, burada da hatırlatmayı (zikr) her duyduklarında “aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri” benzetmesi yapılıyor.
Allah’a ve ahirete inanan (fakat korkmayan), salât eden, tavaf yapan, hacılara su dağıtan, Kabe’nin örtüsünü değiştiren ve fakat “uzayıp giden mallar”,“gözünün önünde oğullar” ve “döşendikçe döşenmiş nimetler”sahibi olduğu halde “Hala gözü doymayan; daha da fazlasını isteyen”birisi hangi hatırlatma (zikr) sebebiyle aslandan kaçan ürkmüş eşek gibi olur? Hangi hatırlatmayı her duyduğunda sanki gözleriyle devirecekmiş gibi bakar?
Düşünün…
Rivayete göre Mekkeli “kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri”şöyle derdi: “Her birimize gökten, başlığında ‘Alemlerin Rabbi’nden falan oğlu filana’ hitabı bulunan ve içinde Muhammed’in söylediklerine uymamız gerektiğini emreden bir mektup/sahife/kitap gelmedikçe inanmayız.” (Razi, İbn Kesir Kurtubi). “Her biri kendisine özel nama yazılı davetiye istiyor” ifadesi bu iddiaya cevaptır.
Açıktır ki, bu, mal ve oğullar (servet, çevre, nüfuz) sahibi kişinin narsist (kendine hayran) kişiliğini yansıtır. Allah’tan kendine özel davetiye istiyor! Sıradan bir muhatap olmak istemiyor! Sanki Allah’tan kendisine nama yazılı özel hatırlatma (zikr) gelse “aslandan kaçan ürkmüş yaban eşeği” gibi olmayacak?
Ne kadar da tanıdık (tuzu kuru) bahaneler, değil mi?
***
Kur’an’da “eşek” benzetmesinin yapıldığı ikinci yer ise Cuma suresidir.
Medine’ye gelindiği için ortam değişmiştir. Fakat “öfkenin” yöneldiği karakter ve tiplemeler hayret edilecek şekilde aynıdır.
Yine sureyi özetleyerek gidelim…
Cuma suresi iki bölümden oluşur. Yahudilerden bahseden birinci bölüm (1-8) ve Müslümanlardan bahseden ikinci bölüm (9-11).
Birinci bölüm mülkün sahibi (el-Melik) vurgusuyla başlar. O’nun halkın içinden çıkan (ummî) elçi seçtiği, onun insanları arınmaya (tezkiye) çağırdığı, Kitab’ı ve Hikmeti öğrettiği söylenir. Halbuki daha önce açık bir sapkınlık içinde oldukları ve elçinin onlardan başkalarını da arınmaya, Kitabı ve Hikmeti öğretmeye geldiği haber verilir. Halbuki daha önce Tevrat’ı yüklenenler, yüklendikleri şeyi taşıyamamışlar ve insanlar arasında tabakalaşma ve sınıflaşma yaratarak kendilerini halktan ayırmışlar (min dûni’n-Nâs) ve “Allah’ın velileri” olduklarını iddia etmişlerdir (bkz. Cuma; 1-8).
Kutsal bilgiye sadece kendilerinin sahip olduğu vehmiyle Kitap üzerinde tekel oluşturan bu zümre kendi dışında kalanlara da “ummi” demektedir. Onun için özellikle bölümün girişinde “halkın içinden çıkan elçi” (ummi resul) vurgusu yapılmakta.
Görülüyor ki Mekke’de “Bize üzerinde ismimiz yazılı özel sahife gelmeli” diyen zümre, Medine’de “Biz halktan ayrıca/üstünde (dûne’n-nâs) Allah’ın velileriyiz” imtiyazına dönüşmüştür.
Kabe’nin sorumluluğunu taşıyamayanlar nasıl kendilerini halktan ayırarak imtiyazlı sınıf yaratmışlarsa, halkın geri kalanı ile eşit hale gelmek istemiyorlarsa ve bunu hatırlatanı duyunca “aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri” gibi oluyorlarsa, Tevrat’ın sorumluğunu taşıyamayanlar da aynı şeyi yapmakta ve “kitap yüklü eşekler” gibi olmaktadırlar.
“Eşek” benzetmesinin her ikisinde de gerekçe aynı: “Ayrıcalık kibri…”
Mekke’dekiler hacılara su dağıtmakta ve fakat haccın ne anlama geldiğini bilmemektedirler. Dünyanın en büyük “eşitlik gösterisi”ne ev sahipliği yapmakta, Kabe’ye gelen mallara el koymakta, bunu kendilerini zengin etmek için kullanmakta, üstelik bunu yapıyorlar diye peygamberden “özel sahife”isteyecek kadar kendilerini halktan ayırmakta, imtiyaz yaratmakta ve halka tepeden bakmaktadırlar. Genel halkın muhatap olduklarından ayrı kendilerine özel ayet gelmesini istemektedirler. Bu kadar da tuzu kuru, kibirli ve halk düşmanıdırlar.
Medine’dekiler ise Kitap yanlarında olduğu halde halktan koparak Allahın’ın seçilmiş özel kulları (velileri) olduklarını sanmakta ve Kitap üzerine tekel oluşturarak kendi dışındakileri “ummi” (halktan/avamdan) diye aşağılamaktadırlar. Oysa ki Kitap bu türden tabakalaşma, sınıflaşma ve halktan ayrılmaları ortadan kaldırmak (tevhid; birlik, eşitlik) için gelmişti.
Onlar için din artık statü kazanma aracına dönüşmüştür. Kutsal bilgiyi elinde bulundurmak artık onlar için iktidar, mal ve statü elde etmenin aracından başka bir şey değildir.
Mekke’dekiler nasıl “aslandan kaçan ürkmüş yaban eşeği” gibi ise Medine’dekiler de “ciltler dolusu kitap taşıyan eşekler” gibi olmuşlardır.
Mekke’dekiler “yaban eşeği” gibi ürkektirler çünkü mülklerinin elinden gitmesinden ödleri kopmaktadır. Medine’dekiler ise Kitabı sırtlarında taşımakta ve fakat “katır” gibi kendi bildikleri yoldan gitmektedirler.
Ne Kabe ve hacc onlara eşitliği, ne de Kitap bunlara paylaşmayı/bölüşmeyi öğretememektedir.
***
Ali Şeriatî’nin tabiri ile “eşekleşmeye” (istihmâr) sebeb “ayrıcalık kibri”nden  başka ikinci bir şey daha var.
Her iki surede (Müddesir ve Cuma) vurgulanan bu şey, surenin (Cuma) girişindeki “mülkün sahibi” (el-Melik) vurgusundan da anlaşılacağı gibi, kendinden menkul bu ayrıcalık kibrinin kaynağında yatan mülkiyet hırsı ve mal düşkünlüğüdür.
Müddesir suresinde bu hırs Velid bin Muğire el-Vahid üzerinden anlatılmıştı.
Cuma suresinde ise Peygamber’i hutbede ayakta bırakarak “mal şamatasına” giden Müslümanlar üzerinden anlatılıyor.
Rivayete göre Medineliler alış veriş için şehre bir ticaret kervanı geldiğinde davul zurna çalarak karşılama yaparlardı. Kervanın başına üşüşürler ve pazarlıklar yaparak malları alır-satarlardı. Bu arada davul zurna sesleri arasında bağırıp çağrışmalar olur, şamata çıkardı. Böyle bir kervanın geldiği sırada Hz. Peygamber mescitte hutbe irad ediyordu. Mescittekilerin neredeyse tamamı davul zurna ile bağırıp çağrışmaları (mal şamatası, alışveriş eğlencesi) duyunca hutbeyi yarıda bırakarak çekip gittiler. Hz. Peygamber’i ayakta yalnız bıraktılar. Bu sırada mescitte 8–10 kişi ancak kalmıştı. İşte bunun üzerine Cuma suresinin son ayetleri (9–11) nazil oldu (Razi, İbn Kesir, Kurtubi).
Bu ayetlerin, vurdumduymaz bir edayla “Kitap bizde, nasıl olsa kurtulmuşuz” diye halktan koparak, “Allah’ın velileri” adı altında imtiyazlı bir sınıf/zümre oluşturanların anlatıldığı bölümün hemen altına yerleştirilmesi sizce neyi anlatıyor?
Pek tabi, Kitap yanlarında (hatta peygamber aralarında) olduğu halde yine vurdumduymaz bir edayla “Kitap bizde, peygamber aramızda, nasıl olsa kurtulmuşuz” vehmiyle mal şamatasına gidenlerin de  “kitap yüklü eşekler” gibi olacağını…
Demek ki bunlara da “Kur’an’ı taşıyamayanlar” diyeceğiz.
Görüldüğü gibi Mekke’de eleştirilen Velid bin Muğire’nin durumuna, Medine’de Müslümanlar düşmüştür.
Kitap yanlarında, peygamber aralarında olduğu halde onu taşıyamamışlar, mal mülk şamatasına kapılmışlardır…
***
Öte yandan “ayrıcalık kibrine” ve “mal hırsına” karşı her iki surede de“ölüm” vurgusunun öne çıkarılmasının nedeni acaba ne olabilir?
Çünkü “Ölüm gelinceye kadar hep böyleydik” (Müddesir;47)  veya“Allah’ın ayrıcalıklı/veli kulları iseniz hadi ölümü isteyen o zaman” (Cuma; 6) ifadeleri ayrıcalık kibri ve mal hırsı içindeki zihnin tam bir panzehiridir.
Bu durumda bütün imtiyazlar kaybolur ve sahip olunan her şey yok ulur. Dümdüz edilip eşitlenirsiniz. Aynı mecliste bulunmak bile istemediğiniz, surat asıp öbür tarafa döndüğünüz yoksulla aynı toprağın altına konulursunuz. Onun için ölüm en büyük eşitleyici ilkedir. (bkz. ‘En büyük eşitleyici ilke olarak ölüm’ başlıklı makale).
Demek ki “kitap yüklü eşekler” Kitap yanında olduğu halde işaret ettiği yöne gitmeyen; halka, sokağa, yetimi korumaya, yoksulun yanında olmaya, paylaşmaya, bölüşmeye, eşitliğe, karışmaya, kaynaşmaya gelemeyenler oluyor.  Öyle ki Kitab’ın sadece “fiyatı” ve sağlayacağı  “kariyer” ve“ayrıcalık” onları ilgilendiriyor.
Müddesir ve Cuma surelerinin bana öğrettikleri budur.
Kur’an’ın kime “Kitap yüklü eşekler” dediğini anladınız mı?
Anlamadınız ise benzetmenin yapıldığı Müddesir ve Cuma surelerini bizzat kendiniz okuyunuz.
Okumak yetmez, karşılaştırınız, günümüze getiriniz ve üzerlerinde en az yarımşar saat düşününüz ve “metin üzerinde çalışmalar” yapınız…
***
Şimdi…
Ey Mekke’deki “uzayıp giden mal” sahiplerinin ve Medine’deki “Allah’ın veli kulları” olduğunu iddia edenlerin yerine geçmiş olanlar…
Ey “Ayet bizden bahsetmiyor” diye arkalarına bakanlar…
Ey yoksulla aynı mahallede olmamak için semt değiştirenler…
Ey “V.I.P umre ziyareti… Kabe ayağınızın altında!” diye küstahça ilanlar verenler…
Ey  Kabe’ye (Velid bin Muğire gibi) 120 kilo altın işlemeli örtü asanlar…
Ey eşitlik ritüelinden (tavaf) çıkar çıkmaz kral dairelerinde konaklayanlar…
Ey kaşânelere, villalara, burjlara taşınıp kendilerine halktan ayrı muamele (sahife) isteyenler…
Ey  bir eşeği tutsa önüne koyduğu ot işçisine verdiği asgari ücretden (599 TL.)  daha fazla tutacak olan patronlar…
Ey yanında 20 yıldır çalışan işçisi hala kirada otururken kendisi katlar, yatlar, apartmanlar sahibi olanlar…
Ey fabrikasına bir taraftan mescit açarak, diğer taraftan iftar ve sahur yemekleri vererek işçileri afyonlayan, öte yandan da “İslam’da grev yoktur, sendika caiz değildir” diye kitap bastırıp dağıtanlar…
Ey bu türden kitapları yazan alim taslakları, her biri “zengin soytarısı”haline gelmiş fetva vezneleri…
Ey asgari ücretin kaç lira olduğunu bile bilmeyen “Allah’ın velileri!”
Ey Nuh’a dedikleri gibi “ekâbirân” (büyükler/zenginler) “erâzil” (ayak takımı/yoksullar) ile aynı yerde olamaz, onları yanından kov diyenler…
Ey halkla aynı şeye muhatap olmayı, onların oturduğu yerde oturmayı, onların yediğini yemeyi, giydiğini giymeyi kibirlerine yediremeyenler…
Ey kitabın bilgisine sahip olmayı zenginleşme, sınıflaşma, hiyerarşi ve hegemonya aracı haline getirerek “din mesleği” icra edenler…
Ey yıllardır Velid bin Muğire gibi hacılara su dağıtanlar… Kabe’nin örtüsünü değiştirip duranlar …  Ebu Cehil gibi salât edenler, 40/1 yeter diyenler, abdestsiz yere basmayanlar…
Ey  TV’lerde 1 saat tadil-i erkan (abdest ve namazın kuralları) anlatıpmazmaza (suyu ağızda çalkalama), istinşak (burna su verme) anlatılarıyla,aynlar ğaynlar patlatanlar: “Vay o namaz kılanların haline” ayetine nasıl muhatap olmayacağımızı anlatırken tek kelime “yetimi koruma” ve“yoksulu doyurmaya teşvik”ten bahsetmeksizin, dilimizin yanını azı dişlerimize bastırıp yayarak nasıl “azîîîm” çıkaracağımızı kameranın zoomlamasıyla ağzını aça aça göstererek Mâun suresi tefsiri yaptığını sananlar…
Ey (Kayseri tabiri ile) Kur’an’ın “ıcığını cıcığını” çıkardığı yani tartışılmadık hiçbir konusunu bırakmadığı halde iş “mülk” konusuna gelince “gözleriyle devirecek gibi bakanlar”
Ey “Asgari ücretle işçi çalıştıranın kıldığı namaz boştur” sözünü duyunca “aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri” gibi kaçanlar, daha da semtime uğramayanlar…
Ey din ile uğraşmak kendisine entelektüel gevezelik, akademik geveleme, dinci lakırdı, imtiyaz, kariyer, rütbe, titr, makam, mal, para, iktidar, hiyerarşi, cemaat, vakıf getirdiği halde bir türlü en-Nâs’a dönme; sokaktaki yangını görme, kum tepelerinden inip kumlara karışma, paylaşma, bölüşme, kardeşlik, sevgi ve merhamet getirmeyenler…
Ey ruhsuz ve heyecansız kuru kuruya yatıp kalkanlar, şaklabanlıklar, iki yüzlülükler, yalanlar ve birçok mübtezel merasimlerle oyalanıp duranlar…
Ey “Bana özel sahife” veya “Allah’ın seçkin kulu” kasınmasıyla korunaklı evlerde oturanlar, korumalarla dolaşanlar, ellerini öptürenler, eteklerini yalatanlar, cahil ve fakat samimi dindarları kendilerine kıyam, kıraat, ruku ve secde ettirenler…
Ey “Allah Allah” nidaları ile hamile kızın bebeğini düşürenler…
Ey “Bu çocuk hangi suçundan öldürüldü?” diye sorulduğunda vereceği bir cevabı olmayanlar…
Ey dini “muktedir sopası” olarak kullananlar…
Velhasıl ey bütün o dini “zengin eğlencesi” haline getirenler…
Sizin Kitaptaki adınız işte budur: “Kitap yüklü eşekler.”
“Seçkin bir kimse değilim 
İsmimin baş harflerinde kimliğim
Bağışlanmamı dilerim.”
(Cahit Zarifoğlu)
R.İHSAN ELİAÇIK