24 Aralık 2010 Cuma

GÜNAH-I KEBAİR [BÜYÜK GÜNAHLAR]

GÜNAH-I KEBAİR [BÜYÜK GÜNAHLAR]:
Büyük günahların neler olduğu bazı rivâyetlere dayanılarak yapılan içtihatlar doğrultusunda aşağıdaki gibi belirlenmiştir:
  • Haksız yere adam öldürmek
  • Zina etmek
  • İffetli bir bayana kötülük isnat etmek
  • Savaşta, hücum anında cepheden kaçmak
  • Sihirbazlık yapmak
  • Yetim malını yemek
  • Müslüman ana-babaya asi olmak
  • Faiz yemek
  • Hırsızlık yapmak
  • Alkolik olmak, aklı işe yaramaz hale getirmek
  • Emredileni yapmamak, yasakları yapmakla aileye karşı istikameti terk etmek
  • Küçük sayılmasına rağmen ısrarla, devamlı yapılan her türlü küçük günah
  • Şirk
Yukarıdaki sıralamanın sonunda yer alan “şirk” bir günah değil, kâfirliğin ta kendisidir. Günah, imanlı insanların yaptıkları hatalardır. Bu nedenle “şirk”in günahlar arasında sayılması yanlıştır.
Bize göre “büyük günah”, Rabbimizin Kur’ân’da, önüne “büyük” sıfatı eklediği suçlardır. Bu suçlar tespitlerimize göre şunlardır:
Haram Ay’da savaşmak.
Sana Kutsal Ay’dan, bu ayda savaşmaktan soruyorlar. De ki: “Onda [o ayda] savaşmak büyüktür.[büyük günahtır] ” Bakara; 217.
Haram aylar, Hacc yapılan ve Arap geleneğine göre savaşın yasak olduğu aylardır. Bu âyeti “işaret”, “delâlet” ve “iktiza” anlamlarını dikkate alarak günümüze uyarlarsak “büyük günah”ın uluslararası eğitimin, öğretimin, bilim alış verişinin ve ticaretin yollarını güvensiz hâle getirmek ve engellemek olduğu söylenebilir.
Yetim malı yemek
Ve yetimlerinize mallarını verin. Temizi pise değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Bunu yapmak kesinlikle büyük bir suçtur. Nisa; 2.
Bu âyetin günümüz şartlarındaki direktiflerinden birisi de “Kamu mallarının talan edilmemesi ve kamu geliri olan verginin kaçırılmaması”dır. Çünkü bugün yetimin velisi ve hamisi kamudur.
Rızık endişesiyle çocukların öldürülmesi.
Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi biz rızıklandırırız [besleriz] .Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır. İsra; 31.
Bu âyet, bugüne kadar, Arapların kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri ve erkek çocuklarını putlara kurban etmeleri şeklinde açıklanmıştır. Halbuki ne kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi, ne de erkek çocuklarının putlara kurban edilmesi, âyetin vurguladığı yoksulluk kaygısı ile yapılmış eylemler değildir. Bu âyetin “yoksulluk kaygısı” vurgusu göz önüne alındığında, günümüz için işaret ettiği “büyük günah”, bize göre yoksulluk bahanesiyle geç dönemde yaptırılan kürtajlar ve yine yoksulluk bahanesiyle erkek veya kız çocukların eğitim ve öğretimden mahrum bırakılmaları sûretiyle geleceklerinin karartılmasıdır.
Kişinin yapmayacağı şeyi “yapacağım” demesi.
Ey inananlar!Yapmayacağınızşeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında gazap bakımından büyüdü [büyük bir suç, günah olarak belirlendi] .Saff; 2-3.
Bu âyetteki direktifler, her ne kadar âyetlerin iniş sebebi olarak gösterilen Uhud savaşında cepheden kaçanları muhatap alır gözükse de, tüm yalan taahhütte bulunanları, yapmayacağı halde “yapacağım” diyerek kendilerine inanan ve güvenen insanları kandıranları, sözlerini yerine getirmeyerek insanları hayal kırıklığına uğratanları muhatap almaktadır. Bu tipler, hatırlanacağı üzere Nâss sûresinde “Neffasati fi’l-ukad [sözleşmelerine tükürenler]” olarak nitelenmişti.
FEVÂHİŞ: “فواحش - fevâhiş”, “çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış, olması gereken sınırı aşmak, söz ve cevapta taşkınlık etmek” anlamına gelen فحشاء - fahşa” sözcüğünün çoğuludur.
Fuhş”, “fahşa” ve “fâhişe” kelimeleri, Ragıb el-İsfehanî tarafından “el-Müfredat” ta “son derece çirkin söz ve fiiller” olarak tanımlanmıştır. (Müfredat; Fahşa mad.)
“Gerçeğe ve normal ölçülere uymayan her şey” demek olan “fahişe” sözcüğü, İbnu’l-Cinni’ye göre cehaletin bir çeşidi olup ilim sözcüğünün zıddıdır (İbn Menzur, Lisanu’l-Arab ). Âl-i Imran sûresinin 135. âyetinde “fena iş” olarak nitelenen “fahişe” sözcüğü Kur’ân’da on üç yerde, çoğulu olan “fevahiş” sözcüğü ise dört yerde geçmektedir. “Fahşa” sözcüğü Kur’ân’da “birden fazla aşırılık” için kullanılmıştır:
Nisa sûresinin 19. âyetinde zinadan kinaye olarak kullanılmıştır. İmam Fahrûddin Râzi’ye göre ise bu âyette geçen “fahişe” kelimesi, kadının kocasına ve onun yakınlarına eziyette bulunması anlamına gelir (Râzî; Mefâtihu’l-Gayb ).
Nisa sûresinin 22. ve Bakara sûresinin 169. âyetlerinde şeytânın emrettiği kötü davranış ve hayâsızlık anlamında kullanılmıştır:
Babalarınızınevlendiği kadınlarla evlenmeyin; ancak [cahiliye devrinde] geçen geçmiştir. Şüphesiz o bir hayâsızlıktır [fahişedir] ,iğrenç bir iştir, yol olarak da ne kadar kötüdür! Nisa; 22.
Bakara sûresinin 169. âyeti:
Nisa sûresinin 25. âyetinde evlilikten sonra zina yapmak anlamında kullanılmıştır.
O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere yakınlarının izniyle nikâhlayın ve örfe uygun bir şekilde mehirlerini verin. Evlendiklerinde fahişe işlerlerse [zina ederlerse]onlara hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir. Nisâ; 25.
A’râf sûresinin 28. âyetinde çıplak olarak Kâbe’yi tavaf etmek ve şirk koşmak anlamında kullanılmıştır.
A’râf sûresinin 80, 81 . ve Ankebut sûresinin 28. âyetlerinde Lût Kavmi’nin yaptığı çirkin fiil [homoseksüellik] anlamında kullanılmıştır.
Sizden hiç kimsenin yapmadığı hayâsızlığı [fahişeyi] mı yapıyorsunuz? Çünkü siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz. Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz/halksınız. A’râf; 80,81.
İsra sûresinin 32. âyetinde zina fiili “fahişe” olarak nitelenmiştir.
Zinaya yaklaşmayın; çünkü o fahişedir ve ne kötü bir yoldur. İsra; 32.
Nur sûresinin 19. âyetinde insanlar arasında yayılan kötülük ve fuhşiyat anlamında kullanılmıştır.
Şüphesiz müminler arasında fuhşiyatın yayılmasını sevenler için dünyada rezillik ve âhirette çok acıklı bir azap vardır. Nur; 19.
Fahişe” sözcüğünün çoğulu olan “fevâhiş” sözcüğü ise Kur’ân’da had cezasını [ağır cezayı] gerektiren haller için kullanılmıştır. (En’âm 151, A’râf 33, Şûra 37, Necm 32) Müminler bu suçlardan uzak durmalı ve kendi aralarında bu ahlâksızlıkların yayılmasına fırsat vermemelidirler. Zira düşmanları bu konuda sinsice çalışmaktadırlar.
LEMEM: Kur’ân’da sadece Necm Sûresinde ve bir kez geçen اللمم - lemem” sözcüğü “lemme” fiilinden türemiştir. “Lemme” fiili “toplamak, biriktirmek, bir şeyi ısrarlı ve devamlı olmamak şartıyla yapmak ve düzeltmek” anlamlarına gelir. Meselâ dağınık saçları düzeltmek “lemme” fiiliyle ifade edilir. Aynı kökten gelen الم - eleme sözcüğü de “az miktarda, hafif tesir ve bir şeyin yanında az bir zaman durma” demektir.
Dolayısıyla “lemem” sözcüğü, bir kişinin bir işi yapmamakla birlikte yapacak noktaya kadar gelmesini ve yaparsa da az bir şey yapmasını ifade eder.
Sözcüğün konumuzla ilgili olarak taşıdığı anlam, Allah’ın yasakladığını yapmaya yaklaşmak, günah işlere yakın olmak ama yapmamak veya yapıp hemen geri dönmektir. Bu sözcüğün kapsamına giren davranışlar; “kebair” ve “fevahiş” derecesinde olmayan ve özellikle de kişinin kendine yönelik işlediği kusurlardır. Rabbimiz bu tür kusurlardan başka kusur işlemeyenleri “güzel davranıp güzel düşünenler” olarak nitelemiş ve onlardan övgüyle bahsetmiştir.
32. âyette ayrıca Rabbimizin bağışlamasının geniş olduğu vurgulanmaktadır. Dikkat çekici noktalardan biri de müminlere ve onların kusurlarına ilk kez bu âyetler ile değinilmiş olmasıdır. Bu âyetlerde öz olarak verilen mesajlar, ilerideki sûrelerde daha da detaylandırılacaktır. Ancak biz burada sadece bir kaç âyeti örnek vermekle yetiniyoruz:
De ki: “Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü aşan Kullarım! Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir.” Zümer; 53.
Sizlerden fuhuş yapanların [eşcinsel ilişkide bulunan erkeklerin] her ikisine eziyet edin. Eğer tövbe ederler de ıslah olurlarsa artık onlardan vazgeçin. Şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir, esirgeyendir. Allah’ın[kabulünü] üzerine aldığı tövbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tövbe edenlerinkidir. İşte Allah, böylelerinin tövbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm [hikmet] sahibidir. Tövbe, ne kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca ‘Ben şimdi gerçekten tövbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil… Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır. Nisa; 16–18.
Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi ‘onurlu-üstün’ bir makama sokarız. Nisa; 31.
Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun aşağısında olanları ise dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günah uydurmuş olur. Nisa; 48.
Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise, [onlardan]dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır. Nisa; 116.
Rabbinizden olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete [kavuşmak için] yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır.Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar [daki hakların] dan bağışlama ile [vaz] geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. Ve ‘çirkin bir hayâsızlık’ işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah’tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar, yaptıkları [kötü şeylerde] bile bile ısrar etmeyenlerdir. Bunların karşılığı, Rabblerinden bağışlanma ve içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlerdir. [Böyle] yapıp-edenlerin karşılığı [ödülü] ne güzeldir. Âl-i Imran; 133–136.
Yüce Allah kullarına bazen uyarı mahiyetinde belâlar, fitneler verir:
Ve fasıklara [yoldan çıkanlara] gelince, onların varacağı yer Ateş olacaktır. Her çıkmak istediklerinde oraya yeniden çevrilecekler ve onlara “yalanlayıp durduğunuz Ateş’in azabını tadın” denilecektir. Hiç kuşkusuz, onlara büyük cezanın astından en yakın cezadan tattıracağız; belki dönerler? Secde; 20, 21.
İnsanların elleriyle kazandıkları yüzünden, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde fesat [kargaşa] çıktı. Belki dönerler. Rum; 41.
Evet, zalimlik edenlere bundan aşağı bir azap var; ama onların çoğu bilmez. Tur; 47.
Bu konuya verilebilecek diğer üç örnek ise A’râf sûresinin 186, Ankebut sûresinin 40 ve Zühruf sûresinin 48. âyetleridir.
Sonuç olarak: Yukarıda verdiğimiz bilgiler ve âyetler ışığı altında Rabbimizin “kebair” ve “fevahiş” derecesinde olmayan ve kişinin sadece kendisine zarar veren kusurlarını bağışlayacağı; ama “kebair” ve “fevahiş” derecesinde olan ve kişinin büyüklük taslayarak Allah’a rağmen cüretle işlediği suçları affetmeyeceği söylenebilir.

HAKKI YILMAZ

“ŞEFAAT KAVRAMI”


شفع - şef’ı” kökünden türemiş olan “شفاعة - şefaat sözcüğü-nün sözlük anlamı “Bir şeyi benzeri olan başka bir şeye eklemek, onu desteklemek, bir şeyi çiftlemek ve esirgemek”tir. Sözcük zaman içerisinde “Yüksek mevkide bulunan birinin düşkün birine yardım etmesi, onu koruması, onun korunmasına aracılık etmesi, onu yalnız bırakmayıp ona destek olması” anlamında kullanılır olmuştur.
Sözcüğün terim anlamı ise “Bir kimsenin bağışlanmasını istemek, bir kimseden başka biri için iyilik yapmasını, onun zararına olan davranışlardan vazgeçmesini rica etmek, başkası hesabına yalvarmak, rica etmek, birinin önüne düşüp işinin görülmesi için dua ve niyazda bulunmak” demektir.
Kısacaşefaat “aracı olmak, yardım etmek ve öncülük etmek” anlamlarına gelir.
Arapça’da başkası lehine talepte bulunana [şefaat edene] “الشّافع - eş-şafi” veya “الشّفيع - eş-şefi” denir.
Şefaat” kavramının doğru anlaşılabilmesi için konunun aşağıdaki başlıklar altında incelenmesinde yarar görmekteyiz.
1.Allah’tan başka şefaatçi yoktur: Şefaat sadece Allah’a aittir. Bu konuda ilk öğrenilmesi gereken husus, şefaat yetkisinin sadece Allah’a ait olduğudur.
De ki: “Tüm şefaat Allah’a aittir.” Zümer; 44.
Sizin için O’nun astlarından bir veli ve şefaatçi yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almaz mısınız? Secde; 4.
2.Yüce Allah, kendilerinden razı olduğu kulları için, dilediğine şefaat/yardım izni verebilir: Allah’ın izni ve emri olmadan kimsenin kimseye şefaat/yardım etmesi söz konusu değildir. Allah’ın izni ile şefaat/yardım edecekler de ancak Allah’ın kendilerinden razı olduğu kulları için şefaat edebilirler.
O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez. Yûnus; 3.
Onlar “Rahmân çocuk edindi” dediler. Hâşâ, bundan münezzehtir O. Onlar lütuflandırılmış kullardır. Onlar O’nun sözünün önüne geçemezler; onlar yalnız O’nun emriyle iş yaparlar. O, onların önündekini de arkalarındakini de bilir. O’nun hoşnutluk verdiklerinden başkasına da şefaat [yardım] etmezler. Ve onlar O’nun haşyetinden titrerler. Enbiyâ; 26–28.
Bu konuda dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimseler şefaat [yardım] edemezler, ancak şefaat [yardım] edilirler.
3.Yüce Allah, güzel bir şefaatle şefaat edene izin verdiği gibi, kötü bir şefaatle şefaat edene de izin verebilir:
Kim güzel bir şefaatle [hayır ve iyiliklere aracı, vasıta olmakla] şefaat ederse, bundan kendisine bir sevap[hisse] vardır. Kim de kötü bir şefaatle [kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya kötülük çığırını açmakla]şefaatte bulunursa, ondan kendisine bir günah payı vardır. Allah her şeye kadirdir. Nisâ; 85.
İyi ve güzele aracılık ve yardım etme anlamındaki “şefaat-ı hasene”, iman edip Allah’ın ve kullarının haklarına riâyet ederek müminlerin iyiliği ve yararı için uğraşmak, onları kötülüklerden ve uğrayabilecekleri zararlardan korumaya çalışmak demektir. Kötü ve zararlıya aracılık ve öncülük etmek anlamına gelen “şefaat-ı seyyie” ise müminlerin ve insanların zarara uğramaları ve kötülüklere düşmeleri için çalışmak ve kötülük çığırları açmak demektir. Kur’ân, gerek “şeffat-ı hasane”de ve gerekse “şeffat-ı seyyie”de bulunanların dünyada ve âhirette bu davranışlarının sonuçlarından pay alacaklarını bildirmektedir.
4.O gün şefaat yoktur, kimseden şefaat kabul edilmeyecektir:
Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden şefaatin kabul edilmediği, kimseden fidyenin alınmadığı ve onların yardım olunmadığı günden sakının. Bakara; 48.
Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden fidye kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmayacağı günden sakının. Bakara; 123:
Görüldüğü gibi âhirette kimseye şefaat ettirilmeyecektir. O gün sadece Allah’ın izin verdikleri, bildikleri gerçeğe tanıklık edebilirler.
O’nun astlarından yakardıkları şefaate sahip olamaz! Hakka tanık olanlar müstesna. Onlar biliyorlar da. Zühruf; 86.
Yukarıdaki Kur’ân âyetleri ışığında anlıyoruz ki, konumuz olan 26. âyette geçen “meleklerin şefaati”, bu dünyaya yönelik şefaattir ve bu şefaat, müşriklerin şans tanrısı, bereket tanrısı, yağmur ve rahmet tanrısı, onların melek şefaatçisi, insanların Allah’a yaklaştırıcısı gibi inançları ile asla bağdaşmaz. Âyette sözü edilen şefaat, Yüce Allah’ın kendilerinden razı olduğu ve haklarında yardım takdir ettiği kulları için doğadaki melekleri/güçleri harekete geçirerek bu kullara yardım ettirmesidir. Bunun örneklerini bir kısmını “Melek kavramı” başlığı altında da verdiğimiz şu âyetlerde görmek mümkündür: Âl-i Imran 123-126, Enfal 9-12, 50, Tövbe 25, 26, Ahzab 9, 26, Şûra 5, Zümer 43, 44, Müddessir 48, Bakara 255, En’âm 51, Yunus 3, 18, Secde 4, Sebe 23.
Halk arasında yaygın olarak “ümmetinden günahkâr olanların günahlarının affedilmesi için peygamberimizin Allah katında aracılık etmesi” şeklinde tanımlanan şefaat anlayışının Kur’ân’a ters olduğu özellikle belirtilmelidir. Peygamberimizin günahkârlara destek olup hatırını kullanarak günahkârların kurtuluşunu sağlaması, tabir yerinde ise “Allah nezdinde torpil yapması” anlamına gelen bu anlayış, “Sen ateştekini kurtarabilir misin ?” diyen Zümer sûresinin 19. âyetine terstir. Bu anlayış sahipleri bilmelidirler ki, bu anlayışlarını değiştirmedikleri takdirde peygamberimizin şefaat değil, şikâyet ettiği ümmetine dâhil olacaklardır:
Elçi de: “Rabbim, halkım Kur’ân’ı terk etti” der. Furkân; 30.
27. Âyet: O âhirete inanmayanlar, melekleri mutlaka dişilerin isimlendirilmesiyle isimlendiriyorlar.
Mekkeli müşrikler hem kendilerini Allah’a yakınlaştırdığını sandıkları ilâhlarına Lât, Uzza, Menat örneğinde olduğu gibi dişil isimler koymuşlardı, hem de meleklerin Allah’ın kızları olduğuna inanıyorlardı. Bu durum daha sonra Zühruf sûresinde vurgulanacaktır:
Rahmân’ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışına tanık mı oldular? Zühruf; 19.
Müşriklerin bir başka sapkınlıkları da, toptan inkâr etmeseler bile âhireti peygamberlerin bildirdiği muhteva içinde kabul etmeyişleri ve “haşr [dirilme, toplanma, karşılık görme] diye bir şey yoktur, olsa bile orada bizim şefaatçilerimiz var, onlar sorunlarımızı halledecek” demeleridir. Bu sapkınlıkları da Fussılet sûresinde belirtilmektedir:
Ve eğer başına gelen sıkıntıdan sonra, kendisine tarafımızdan bir rahmet tattırsak, hiç kuşkusuz “Bu benim hakkımdır. Ve Saat’ın geleceğini sanmıyorum. Ve eğer Rabbime döndürülürsem, O’nun katında hiç şüphesiz, benim için en güzeli vardır” der. Bu nedenle inkârcılara, yaptıklarını kesin bildireceğiz ve onlara kesinlikle ağır bir cezadan tattıracağız. Fussılet; 50.
28. Âyet: Hâlbuki onların bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Onlar yalnızca zanna [sanıya]uyuyorlar. Zann ise “Hakk”tan hiçbir şey kazandırmaz.
Yüce Allah “zann” konusunda müminleri aşağıdaki şu âyetlerde de uyarmaktadır:
De ki: “Yanınızda bize göstereceğiniz herhangi bir bilgi var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.” En’âm; 148.
Onlar sadece zanna uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar. Yunus; 66.
Ey inananlar! Zanndan çok sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Hucurat; 12.
Ve onların çoğu, ancak bir zanna uyarlar. Zann, “Hakk”tan [gerçekten yana] hiçbir şey kazandırmaz. Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir. Yunus; 36.
Bu âyetler ışığında diyebiliriz ki, “Allah, âhiret, melek” gibi ciddî konular zann ile neticeye bağlanamaz. Zann ile amel edilebilir ama iman edilemez.
Âyette geçen “الحقّ - hakk sözcüğünün esas anlamı “uygunluk ve denklik” demektir. Aynı zamanda Allah’ın bir sıfatı olan “hakk” sözcüğü, esas anlamından hareket edilerek “batıl olmayan, yerine getirilen hüküm, adalet, varlığı sabit olan, doğruluk, gerçeklik, İslâm, mal-mülk, pay, vacip, sadık, yaraşır, kesin şey” anlamlarında da kullanılmıştır.
Bu ikincil anlamlar bir ana eksen etrafında toplanacak olursa, “hakk” kavramı şu şekilde tanımlanabilir: “Sabit ve aklın inkâr edemeyeceği derecede gerçek olan şey.” Bu şey aynı zamanda “doğrudur”, “isabetlidir”, “maksada uygundur”, “arzu edilene denk düşendir.”
Anlam sahası geniş olan bu sesteş sözcük Kur’ân’da الحقّ - el-hakk” olarak 227, “حقّا - hakkan” olarak 17, “حقّه - hakkahu” olarak da 3 olmak üzere toplam 247 kez yer almıştır.
Bu âyette işaret edilen “hakk”, bize göre, “gerçek iman”dır. Zann ile iman edilemeyeceği için, insanlar Rabblerinden gelen hidâyet ile “zann”dan “yakîn”e [hakka, kesin bilgiye] ulaşmalıdırlar. Rabbimizin hidâyeti ise peygamberine indirdiği Kur’ân ve bizlere bahşettiği aklıselimden [sağduyudan] başka bir şey değildir. Fakat ne acıdır ki, bugün Müslümanların kabir azabı, mehdinin zuhuru, İsa’nın inişi, âhirete ait şefaat anlayışı gibi pek çok inancı hep zanna dayalıdır. Bu inançların maalesef âyette belirtilen zanna dayalı inanışlardan hiçbir farkı yoktur.
29,30. Âyetler: Bizim Zikrimiz’den [Kur’ân’dan] geri duran ve iğreti dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden, hemen yüz çevir. Onların ilimden ulaşacakları şey işte budur. Kuşkusuz, senin Rabbin, yolundan sapmış olanı başkalarından daha iyi bilendir, hidâyet üzere olanı da başkalarından daha iyi bilendir.
Âyetteki “Dünya hayatından başka bir şey arzu etmeyen” ifadesi, onların “haşr”i [âhirette toplanmayı] inkâr ettiklerine bir işarettir. Çünkü onlar dünya hayatının ötesinde, kendileri için çalışıp çabalayacakları bir başka değer ve sonuç kabul etmemekte ve Müminun sûresinin 37. âyetinde belirtildiği gibi “Bu ancak bizim dünya hayatımızdır” demektedirler.
29. âyette bu zihniyettekilerle fazla meşgul olunmaması istenmektedir. Âyetteki “اعراض - i’râz” sözcüğü, onlarla mücadele etmek, onları zorlamak anlamında değil, onlara fazla zaman harcamamak, geçici bir süre onları ihmal etmek anlamındadır.
30. âyette ise, hidâyet [Kur’ân] üzerinde olmayanların ilimde ulaşabilecekleri düzey küçümsenmekte ve Kur’ân’dan geri duranlar ile hidâyet üzerinde olanların ayırt edilmesinin Allah’a bırakılması istenmektedir.
31,32. Âyetler: Göklerde ne var yerde ne varsa Allah’ındır; yaptıklarıyla kötülük sergileyenleri cezalandırması, güzel davranıp güzel düşünenleri de güzellikle ödüllendirmesi için. Onlar ki, bazı küçük sürçmeler hariç, günahın büyüklerinden ve iğrençliklerden çekinip kaçınırlar. Hiç kuşkusuz, senin Rabbin bağışlaması geniş olandır. Sizi, sizi topraktan oluşturduğu zaman hem de annelerinizin karnında ceninler halinde bulunduğunuz zaman en iyi bilen O’dur. O hâlde nefislerinizi temize çıkarmayın. İttika eden kimseyi O daha iyi bilir.


HAKKI YILMAZ

İSLAM’IN RİTÜELLERİ (YENİ) R.İHSAN ELİAÇIK

İSLAM’IN RİTÜELLERİ (YENİ)


Ritüel sözcüğü Hind-Avrupa kökünde “ritu” (saymak) imiş… Oradan Letinceye “ritus” (ayin, tören, merasim, örf, adet) olarak geçmiş, Orta-Latincede “ritüale”  olmuş… Ordan da Fransızcaya  “rituel”, İngilizceye “ritual” olarak yerleşmiş…
Âyin” kelimesi ise Türkçeye Farsçadan geçmiş ve görenek, tören, merasim anlamına geliyor. Osmanlıcada kullanılan “Şehrâyin” bu anlamda tören, merasim, şenlik ayı demek. “Ayna” kelimesi de bu kökten.  Ayin ve törende belli hareketlerin tekrar “aynısı” yapılır, aynada da kendinin “aynısını” görürsün. “Aynen” de bu kökten olup tekrar ifade eder…
Görüldüğü gibi ritüel veya ayinde bir hareketin “sayısı, tekrarı ve aynılığı” esastır: Her yıl Ganj nehrine girersin (Hinduizm)… Her Pazar kilisede toplanırsın (Hristıyanlık)… Her ramazan ayında bir ay oruç tutarsın… Namazda bir rüku iki secde yaparsın… Abdestte dört uzvunu yıkarsın… Hacda şeytan taşlarsın… Kabe etrafında yedi defa dönersin (İslam)…
Kur’an’da ritüeli karşılayacak kavramın “nüsuk/menâsik” olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla “İslâm’ın ritüelleri” aslında “İslâm’ın nüsukları” demek oluyor.
Nusuk/menâsik kelimesinin Arapçada toprağı ıslah için gübrelemek (nusuku’l-ard), yeni yağmur yağıp yeşillenmiş toprak (ardun nâsike), bir adamın alıştığı yer (en-Neseki) kelimelerinden da anlaşılacağı gibi“gübrelemek, alışmak” gibi anlamları var.
Kur’an’da nusuk altı yerde salât, oruç, hacc, kurban vb. ile birlikte kullanılır.  Bütün ritüelleri kendinde topladığı için özellikle hacc için “menâsik” denir ki aslında diğerlerini de kapsar. Kur’an namaz, oruç, hac, kurban vb. ritüllere ibadet demez. İbadet Kur’an’da 278 civarında yerde geçer ve hiç bunlarla birlikte kullanılmaz.  (bkz. ‘Din ve ibadet anlayışımız 1-2” ve “Dinin direği nedir?” başlıklı makaleler).
Şu halde İslam’ın ritüellerine nüsuk diyeceğiz.
Nüsuk belirli hareketlerin sayılı, tekrarlı ve aynı tarzda yapılması bakımından ritüel ve ayine benzer. Fakat kelime kökünden de anlaşılacağı gibi bunlardan maksat sırf “aynı şeyleri tekrar” edip durma değildir. Amacını kaybetmiş, manasız tekrar olunca ayin, hayatın içindeki bir amaca  “alıştırma veya hayatta ürün almak için “gübreleme” olunca tekrarlanan hareketler nüsukoluyor. Bu durumda nüsukun amacı “ibadet” oluyor. İbadet ise bir şeyi hayatın içinde yapmak, iş ve değer üretmek, ortaya çıkarmak, etmek, eylemek demektir.
***
Şimdi, bu ikili ayırım (nüsuk-ibadet; gübre-ürün) çerçevesinde İslam’ın belli başlı tekrar edilen hareket, tören ve merasimlerine (ritüellerine) bakalım.
HACC:
Nüsuku: Her (kamerî) yıl sonunda Mekke’deki Kabe (Beyt) etrafında toplanılır.İhrama girilir. Beyt tavaf edilir; etrafında yedi kez dönülür. Arafat’da vakfe’ye durulur…
İbadeti: Hayatta eve (beyt) dayalı yaşamı yüceltmeyi ve yaşatmayı ifade eder. İnsanlığın ve uygarlığın kökenini hatırlatır. Kabe’yi Adem yapmıştır. Çünkü Adem/Adam ilk ev (beyt) kuran, aileye dayalı yaşamı başlatan, bir arada yaşama hukuku getiren (şeriat) ve insanoğlunun (yeme içme, şehvet, tutku, ihtiras) konusunda kendini frenlemesi (savm/oruç) bilinci uyanan ilk insanın/insanların sembolüdür.
İlginçtir “Allahuekber” e benzer tek ifade Kur’an’da “Hacc-ı ekber” olarak geçer (Tövbe; 3). Dikkat ediniz; Allah yerine Hacc geçmiş. Bu durumda Hacc, insanlığın toplaşma, karışma, kaynaşma ve eşitlik ritüeli oluyor. Verdiği mesaj Allahuekber’in yere indiğinde nasıl anlaşılması gerektiğinin tatbikatıdır: Allah’tan (en-Nâs’tan/halktan/toplumdan) daha büyük değilsin! Ona dön!
Hacc “yöneliş” veya “yürüyüş” demek olduğundan, etrafında dönülen Kabe bir an için yukarıya çekilip alınsa ortada esas amaç kalır.  Geriye iki parça beze bürünmüş, karışmış, kaynaşmış, sınıf, tabaka ve kastlardan arınmış, “eşit” hale gelmiş insanlık (en-Nâs) kalır.  İşte tüm yeryüzünde“yöneliş” buna, “yürüyüş” buna doğrudur.
Hac boyunca telbiye yapılması [Lebbeyk Allahume lebbeyk… La şerike leke lebbeyk… İnne’l-hamde, ve’n’imete ve leke mülk la şerîke leke lebbeyk…] topluca yeri göğü inleterek mülkün Allah’a ait olduğunun ve şirkin esasında mülk ile ilgili olduğunun apaçık ilanıdır. [Anlamı: Buyur Allahım buyur. Senin ortağın yoktur buyur. Hiç şüphesiz övgü sanadır, nimet ve mülk (zenginlik, mal ve egemenlik) senindir; kimse sana ortak olamaz , buyur…]
Demek ki hacc ritüelinin bize öğrettiği rütbe, tabaka ve kastlardan arınmış (ihram/tavaf) sınıfsız topluma yöneliş ve insanlıkta/yeryüzünde/toplumlarda bunu sağlamak için durmadan çaba, gayret ve yürüyüş halinde olmaktır. Asıl ibadet budur, diğerleri bunu öğretmeye yönelik menâsiktir. Haccın diğer bütün nüsukları (Arafat, Müzdelife, Mina, Şeytan taşlama, kurban, bayram) bunun nasıl sağlanacağına yönelik sembolik hareket ve ritüellerdir. Her biri bu amacın bir aşamasını/safhasını öğretir. Hacılar bunları öğrenmiş ve hacc menâsikinden gerekli talimatları çıkarmış olarak memleketlerine dönerler. Asıl ibadet döndükten sonra başlar.
NAMAZ:
Nusuku: Günün belirli vakitlerinde en önemli hareketleri rüku ve secde olan hareketleri yapmaktır. Hac, cuma ve bayram namazlarında saf halinde dizilinir ve topluca (cemaat halinde) yapılır.
İbadeti: Hayatta hiç kimsenin önünde eğilmemek (ruku), mütevazi olmak (secde) ve eşitliktir (saf).  Eğer ömrünüz onun bunun önünde eğilerek geçiyorsa yaptığınız ruku sadece nüsuk olarak kalır ve ibadete dönüşmüş olmaz. Peygamberimiz der ki: “Kim birisinin önünde sırf zengin olduğu için eğilirse (ayağa kalkarsa) dininin yarısı gider.” (Beyhakî)… Keza kibirli, kendini beğenmiş, kasıntılı, böbürlenerek yürüyenlerin namazı boştur. Yaptıkları sadece nusuk olarak kalır; ibadet yapmış olmazlar… Yine namazdasafa dizildiği, önündeki bir yoksulun çorabının dibine secde ettiği halde dışarı çıkınca kâşanelerine çekilenlerin, topluma üstten bakanların, kast yaratıp sınıf oluşturanların, öksüzü korumayan ve yoksulun yanında olmayanların namazı boştur. Çünkü eşitlik ritüelinden (saf halinde diziliş) çıkıp toplumda eşitsizlik yaratmaktadırlar. Bunların yaptıkları da sadece nusuk olarak kalır, ibadetolmuş olmaz. İbadet dışarıda, hayatta olur; tapınakta değil.
ABDEST:
Nusuku: El ve yüzü su ile yıkama, baş ve ayakları da mesh etme (veya ayakları yıkama) ritüelidir. Gusl abdesti ise bütün vücudu su ile yıkamadır.
İbadeti: Eline, yüzüne (gözüne, kulağına, ağzına), başına (kişiliğine) ve ayaklarına (gittiği yere) sahip olmaktır. Abdest ve gusl bu anlamda “Eline, beline, diline sahip ol” sözünün anlamını çağrıştırır. Çünkü su dinî sembolizmde arınmayı ifade eder.  Bunları su ile yıkamak, bunlara sahip olmak, buralardan insanların zararına bir şey çıkarmamak, yapmamak demektir. Bunları yaparsınız ibadet yapmış olursunuz, aksi halde nusuk olarak kalır.
EZAN:
Nüsuku: İçinde “Allahuekber” ve “Lailahe illallah” sözlerinin en çok geçtiği bilinen cümlelerden oluşan ilan ve çağrıdır. Genellikle günde beş (Sünnîler) ve bazen de üç kez (Şiîler) camilerden yükses sesle okunur. Buna ezan (duyuru, ilan) denir.
İbadeti: Allah’tan (halktan) daha büyük olduklarını sananlara ve Allah’a (halka) rağmen otorite tesis etmeye çalışanlara bir reddiyedir. Mülkü ele geçirerek müstağnileşen ve böylece tuğyan edenlere hatırlatma ve ihtardır. Çünkü İslam’ın şiarlarının merkezinde “Lehu’l-mülk” (Mülk Allah’ındır) vardır. Bu, bir şeye reddiye değil; önce ilan ve duyurudur. Kur’an’ın tüm ruhuna sinmiştir. Öyle ki Kur’an’ın her sayfasının ortasına sanki Lehu’l-mülkdamgası basılıdır. Bütün kıssalar, ahkam, nüsuk ve anlatılar bunu açımlar. Konu (parağraf) bitimlerinde yerlerin ve göklerin mülkünün Allah’a ait olduğu sıklıkla vurgulanır.  İşte ezanda kim       yeryüzünün kuvvet arçalarını (bilgi, iktidar ve servet) ele geçirip büyüklenmeye kalkarsa ona reddiye gelir:Allahuekber! [En büyük Allah’tır]. Sonra kişi veya kişiler, kurum veya kurumlar bu büyüklenmeye dayanarak insanlar üzerinde otorite tesis etmeye ve hegemonya kurmaya kalkarsa ona reddiye gelir: Lailahe illallah![Allah’tan başka ‘ilah’ yoktur].  (Bkz. ‘İslam’ın iki büyük şiarı’ başlıklı makale).
ORUÇ:
Nusuku: Ramazan ayında bir ay boyunca yemeden, içmeden ve cinsel ilişkiden uzak durmaktır.
İbadeti: Hayatta Şeytanın dört büyük saptırma yolunu tıkamayı ve onlara karşı kendini tutmayı ifade eder: Servet, şehvet, iktidar, şöhret…  Aç kalarak servete ve biriktirmeye, cinsel ilişkiden uzak durarak şehvet ve iktidara (iktidarsızlık!) ve itikafa girerek şöhrete karşı kendinizi tutma talimi yaparsınız. Bu durumda oruç ritüelinin ibadeti servet, cinsellik, iktidar ve şöhret tutkusundan uzak durmanın bizatihi kendisidir. Çünkü her tür şehvetin panzehiri açlıktır. Yeryüzünde bir milyar aç varken, orucu zenginlerin iftargösterişine çevirenler ibadet yapmış olmazlar. İftar ve sahur sofralarındaki oruç değildir; onun ritüelidir. Bilakis ibadet hayatta öksüzü koruma ve yoksulun yanında olmadır. Böyle bir hayat tarzını benimseme, örneğin siyaseti bunun için yapmadır. Demek ki ramazanda ritüel/nüsuk ile iş/dava öğretilmekte Ramazan ayı çıkınca da ibadeti başlamaktadır.
KURBAN:
Nüsuku: Hacda hediye olarak kesilen hayvanlara denir. Bazı İslam toplumlarında hac dışında da kurban kesmek büyük eşitlik ritüeline (hac) bulunduğu yerden katılım sağlamak amacıyla adet olmuştur. Kurbanlar üçe bölünür: Bir parçası hane halkına, ikincisi komşulara, üçüncüsü yoksullara dağıtılır.
İbadeti: Hayatta birbirine yakınlaşma, hediyeleşme, kaynaşma ve kucaklaşmadır. Oluşmuş tabakalaşma ve sınıflaşmaların kaldırılması, herkesin birbirini ziyaret etmesi, hacda ihram ve tavaf ile sergilenen sınıfsızlaşmaya yaşanılan yerden katılma, öteki için fedakarlık, onun halini anlama ve empati yapmadır. Nimetleri paylaşmalı: Bilgiyi, iktidarı ve serveti de kurbanı üçe böldüğümüz gibi taksim etmeli, paylaşmalı, dağıtmalı ve yaymalıyız. Bir tek yerde temerküz (kenz) ederek tabakalaşma ve eşitsizlik meydana getirmemeliyiz. Bunun için bayrama i’ydu’l-edha yani fedakarlık, öteki için kendini feda etme, diğergamlık bayramı denmiştir.
DOMUZ ETİ:
Nüsuk: Yemek olarak domuz (hınzır) etini yememektir.
İbadeti: Hayatta; para, ticaret ve devlet ilişkilerinde domuzlaşmamak yani yiyicilik yapmamaktır. Çünkü öteden beri Mezopotamya-Akdeniz havzası halklarında domuz yiyiciliğin ve pisliğin sembolü olarak görülürdü. Buradan sembolize edilerek domuz eti yememek haram helal demeden her şeyi yemenin, yiyicilik yapmanın, yemede kırmızı çizgisi olmamanın sembolü olarak yasaklanmıştır. Bizzat domuz eti yememek işin ritüeli, domuzlaşmamak ise ibadetidir.  “Allah’tan başkası adına kesilenleri yememek” de böyledir. Yani kimse Allah izin vermeden birisini kesemez (öldüremez) denmek istenir. Böyle bir şey yapanın kestiği protesto edilerek yenmez. Allah’ın izin vermesi ise saldırıya uğrama, kısas, meşru hayvan kesimi, av gibi hallerde söz konusu olur.
Yoksa bir şehre tanklarla girip çoluk çocuk demeden binlerce insanı kesip (öldürüp) ardından lokantada “helal et” sormak abesle iştigal olup dindarlık falan değildir… Masada kardeşinin ölü etini yeyip dururken (gıybet) garsondan kebabın “helal et” olup olmadığını sormak da böyledir… Keza yanında asgari ücretle işçi çalıştırıp emeği sömürerek (yiyicilik yaparak) katlar yatlar sahibi olduğu halde hala işçisi kirada oturan birisinin “zinhar domuz eti yemem, haram” deyip durması da böyledir. Çünkü böyle birisiritüel olarak domuz eti yemediği halde iş ilişkisinde domuzun tekidir.Nüsukunu yapmakta ve fakat ibadetine yanaşmamaktadır. Sırf nüsuk (ritüel) kişiyi kurtarmaz.
CENAZE:
Ölen kişi musalla taşına konur. “Er (veya hatun) kişiyi nasıl bilirdiniz?” ve “Hakkınızı helal ediyor musunuz?” diye sorulur. Cemaat “İyi bilirdik, helal olsun” der ve Kıbleye dönmüş vaziyette cenaze namazı kılınır.  Sonra omuzlar üzerinde mezara götürülüp gömülür. Mezarda genellikle Yasin suresi okunur. Cenaze sahiplerinin evine gelinerek taziyede bulunulur.
İbadeti: Ölüm en büyük eşitleyici ilkedir. Kişi ölmekle eşitlenmiş olur. Bunu temsilen musalla taşına yatırılır. Cemaate kimin hakkını yeyip yemediği sorulur. Başka bir şey değil; sadece üzerinde “kul hakkı” olup olmadığı sorulur. Bunun anlamı ölenin cemaate ( topluma/halka) tepeden bakıp bakmadığının, emek sömürüsü yapıp yapmadığının, hak ihlali yapıp yapmadığının sorulmasıdır. Adeta denmek istenir ki: “Bu er (veya hatun) kişi adalet ve eşitlik ilkelerini ihlal etti mi etmedi mi? Bu konuda bir şikayeti olan var mı yok mu?” Aslında bu ahiretteki sorgunun da ön tatbikatıdır. Orada da ilk buradan sorulacaktır… Mezarda Yasin suresinin okunması ise ölen için değil; mezara gelen diriler içindir. Keza evdeki taziye de aynen diriler içindir.Taziye acıyı paylaşma” demek olup cenaze sahiplerini hayata döndürmek için yapılan gönendirici konuşmalardır…
***
Görülüyor ki İslam’ın bütün ritüelleri dönüp dolaşıp aynı kapıya çıkmaktadır:   Kerem! Bu ise Kitab’ın kapağında yazılı olan şeydir: Kur’an’ı Kerim…
Demek ki İslam’ın ritüellerini de “kerim” gözle okumamız gerekiyor.
Kerim cömertlik ve şeref demek olup en genel anlamıylapaylaşma/bölüşme ilkesini ifade eder. Dikkat ediniz, her şey bunun gerçekleşip gerçekleşmediği, ihlal edilip edilmediği ile ilgili: Bilgide, servette, iktidarda; yerde, gökte, karada, denizde, havada…
Aslında diğer dini düşence sistemlerinde de birçok ritüel ve sembol bununla ilgilidir.
Mesela Yahudilikte cumartesi yasağı “sahip olmama” veya “mülkiyet edinmeme günü” demekti. Altı günde kazandıklarını yedinci gün paylaşırsın. Hristıyanlıkta “komünyon ayini” de böyledir. Hz. İsa hep arkadaşlarıyla beraber yemek yerdi. Son akşam yemeğinde de böyleydi. Ortaklaşa yenen yemeğe “agape” denirdi. Onun için komünyon (cemaat/toplu) halde, hep birlikte yenen yemek deniyor. Peygamberimizin Medine’deki “suffe” uygulaması da böyledir. Suffe, miskinlerin sığındığı yer değil; toplu halde olunan yer demektir, oraya herkes gelir ve paylaşma/bölüşme öğrenilir. Sufilikte, Ahilikte, Alevilikte de böyle uygulamalar çoktur ve hepsi de aynı mantığın ürünüdür. Zaten “tekke”paylaşmanın/bölüşmenin öğrenildiği yer demektir. Alevilikteki “kırklar cemi” de böyledir.
Bunların hepsi bir zamanlar toplu halde olmayı, cemaat (comün) halinde yaşamayı ifade ediyordu. Fakat sonra gelenler bunları unutarak ritüel’i yüceltip (ayin) asıl maksadı unuttu. Bugün mesela domuz etini asla yemeyip iş hayatında domuzlaşan yığınla Müslüman olduğu gibi, Cumartesi yasağının ne yasağı olduğunu unutan yığınla Yahudi bulunuyor. Keza İsa’nın kanı yerine şarabı, eti yerine ekmeği yemekle komünyon ayini yapan ve fakat hayatta ne ekmeğini ne suyunu kimseyle paylaşmayan yığınla Hristıyan bulunuyor.
***
Görülüyor ki dinî düşünce dünyası sembollerin ve ritüllerin çokca kullanıldığı bir dünyadır. Bu açıdan Kur’an modern tarih, fizik, matematik, jeoloji, astronomi vb. kitaplarına pek benzemez. Onun kendine özgü anlatım tarzına aşina olunca çetrefil gibi görünen bir çok mesele kolayca açıklığa kavuşur.
Dinî düşünce sistemlerinin kimi sembol ve ritüellerle insanlıkta ne yapmaya çalıştığı sanırım anlaşılıyor.
Bugün İslam içinde biri ritüellere diğeri maksat ve ruha vurgu yapan iki akım bulunuyor. Bunların birine Sünnîlik diğerine Alevîlik deniyor. Sunnîlik ritüelin din sosyoloji açısından önemini kavrayarak onları sık sıkıya korumak isterken, Alevilik bunların esasında ne maksatla varolduğunun mesajını veriyor.
Bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın namaz namaz değil” ve “Allah de ne istersen becer, oh ne ala ne şeker” cümlelerindeki “gönül” , “namaz”, “Allah” ve “Ne istersen becer” sözleri ritüel ile ruhun, dolayısıyla Sünnîlik ile Alevîlik arasındaki “mesajlaşmanın” ayrıntısını ele verir. Birisi ritüele ve şekle, diğeri maksat ve ruha ağırlık verir. Birinin aşırı gittiği yerde diğeri ona mesaj gönderir. İyice düşünülürse Sunnîlik İslam’ın klasik (tarihsel) aklı olurken, Alevîlik ruhu olmaktadır.
Kanımca Peygamberin şahsında her ikisi de birleşmiş durumdaydı. Sonraki asırlarda bu sürekli parçalandı ve her biri elindeki parça ile asıl benimki doğru diye övünerek /sevinerek yol ve kimlik oluşturdu. Asla, köke inince her ikisinin de bütün içinde kaybolduğunu ve asıl yerini bulduğunu göreceksiniz…
R.İHSAN ELİAÇIK