23 Ocak 2008 Çarşamba

tehlike bir gün hepimiz içindir unutmayalım

Evin minik faresi, duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin mutfakta bir paketi açtıklarını gördü. Kendi kendine:İçinde hangi yiyecek var acaba ?" diye düşündü.Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu anladığında yıkılmıştı."Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye bağırarak telaşla bahçeye fırladı.Minik fareyi telaş içinde gören tavuk, umursamaz ve bilgiç bir tavırla başını kaldırdı ve gıdakladı:"Zavallı farecik...Bu senin sorunun benim değil.Bana bir zararı olamaz küçücük kapanın" dedi. Tavuktan destek bulamayan farecik bu sefer telaşla domuzun yanına koştu ve,"Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye adeta çırpındı. Domuz anlayışla karşıladı ama,"Çok üzgünüm fare kardeş ama dua etmekten başka yapacağım bir şey yok. Dualarımda olacağından emin ol"dedi. Minik fare çaresizlik içinde ineğe döndü ve , "Evde bir fare kapanı var, evde bir fare kapanı var!" dedi.İnek ;Bak fare kardeş, senin için üzgünüm ama beni ilgilendirmiyor." dedi. Sonunda farecik, başı önde umutsuz şekilde eve döndü. Çiftçinin fare tuzağı ile bir gün tek başına karşılaşmak zorunda olduğunu anladı. O gece evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik farecik aç ve susuzdu. Tam yorgunluktan gözleri kapanacaktı ki birden bir ses duyuldu.Gecenin sessizliğini bölen gürültü, fare kapanınındangeliyordu.Çiftçinin karısı, ne yakalandığını görmek için yatağından fırladı ve mutfağa koştu.Karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğunun kısıldığını fark edememişti. Kuyruğu kapana kısılan yılanın canı yanıyordu ve aniden çiftçinin karısını ısırdı.Çiftçi, karısını apar topar doktora götürdü. Doktor,zehiri temizledi sardı. Çiftçi karısını eve getirdi, yatırdı. Karısının ateşi yükseldi ve bir türlü düşmüyordu. Kadıncağız ateş ve ter içinde kıvranıp duruyordu. Böyle durumlarda taze tavuk suyunun gerekli olduğunu herkes bilir, çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu.Karısı taze tavuk suyu çorbasını içti, biraz kendine geldi. Karısının hastalığını duyan komşular ziyarete geldiler. Onlara ikram etmek için çiftçi domuzunu kesti.Çiftçinin karısı gittikçe kötüye gidiyordu. Yılan, belli ki çok zehirliydi.Birkaç gün sonra çiftçinin karısı iyileşemedi ve öldü.Cenazesine çok sayıda kişi gelince hepsine yeterli et sağlamak için çiftçi ineği mezbahaya yolladı. Fare tüm bu olanları büyük üzüntü ile duvardaki deliğinden izledi. Birisi, sizi ilgilendirmediğini düşündüğünüz bir tehlike ile karşı karşıya ise tehlike bir gün hepimiz içindir unutmayalım

3 Ocak 2008 Perşembe

ARAF VE ASHAB-I ARAF

A’RAF ve ASHAB-I A’RAF


Muhterem Hocam!

A’raf suresini, sureye isim olan meseleyi size sormak istiyoruz.
A’raf 46-48. âyette iki taraf arasında bir hıcap (perde) ve A’raf üzerinde herkesi sîmalarından tanıyan “adam”lardan bahsedilmekte ve cennete henüz girmedikleri halde cenneti ummaktadırlar. Cennet ehline selam deyip cehennem ehline, kibirlenmelerinden ötürü bu halde olduklarını hatırlatmaktadırlar.
Kendileri henüz girmedikleri halde cenneti uman ve herkesi sîmalarından tanıyan bu adamlar kimlerdir?
49. âyette “Üdhulû-l cennete” hitabını kim kime yapmaktadır.
Diyanet vakfı yayınlarının mealinde “girin cennete” ibaresini sanki A’raftaki o adamlar söylüyormuş gibi mana verilmiş. Kendileri henüz cennete girmemiş ve cenneti uman bu kimseler emir sıgasıyla kimlere hitap ediyorlar. Açıklamalarınızı merak ile bekliyoruz. Selam ve dualarımızla. Abdullah G. Çam.





A’raf ve Ashab-ı A’raf konuları müslümanlar arasına tutarsız rivâyetler ile yanlış olarak yerleşmiştir. Aynı “Kabir Azabı” ve “Berzah Alemi” konuları gibi.
Her iki ifade de, rivâyet bombardımanı altında, tefsirciler tarafından değişik şekillerde yorumlanmıştır. Yüzlerce farklı yorum ve farklı rivâyet vardır kaynak kitaplarda. Kaynak kitaplar maalesef, mesnetsiz, bu gerçek dışı kabulleri bu güne kadar taşımış, müslümanlar arasında tutarsız bir inanç, anlaşılmaz bir kavram oluşmasını sağlamıştır. Bunları gören herkes ister istemez “Bu Kur’ân ne anlaşılmaz bir kitap!” demek durumunda kalıyor. Hâşâ. Halbuki Kur’ân anlaşılmaz, kapalı bir kitap değildir. O, Mübin’ dir, açık seçiktir. Her seviyeden kişi rahatça, kolayca anlar onu.
Rivâyetleri burada tek tek döküp saymanın bir anlamı yok. İbn-i Kesir yüzlerce rivâyeti sayıp dökmüş sonra da “Bu rivâyetler hep gariptir” diye son noktayı koymuş.
Biz, bu garip rivâyetler nedeniyle, A’raf ve Ashab-ı A’raf ifadelerinin müslümanlar arasında yer tutmuş olan anlamlarını özetleyip, sonra da işin aslını Kur’ân’dan tahlil edelim.

A’raf ile ilgili oluşmuş inanışlar:

1) A’raf, sırat köprüsünün üstündeki yüksekçe bir yerdir, burçtur.
2) A’raf, cennetle cehennem arasında Uhud dağına benzer bir mevkidir.
3) A’raf cennetle cehennemi birbirinden ayıran bölgedeki surun yüksek bir yeridir.




Ashab-ı A’raf ile ilgili oluşmuş inanışlar:

1) Ashab-ı A’raf, iyi ve kötü amelleri eşit olan müminlerdir. Bunlar cennete hemen konulmayıp ikisi arasında (A’rafta, arabölgede) bir müddet bekletilip sonra cennete konulacaklar.
2) Ashab-ı A’raf, meleklerdir. Müminleri ve kâfirleri yüzlerinden tanırlar.
3) Ashab-ı A’raf, peygamberler, şehitler, yüksek şahsiyetli alimlerdir.
4) Ashab-ı A’raf, cennet ve cehenneme girmeyi gerektirecek durumda olmayan kimselerdir ki, bunlar, peygamberlerden haberi olmayanlar, kâfir ana-babanın, küçükken ölmüş çocukları, veled-i zinalar/zinadan doğan çocuklar ve delilerdir.

Aslında daha çok madde saymak mümkün. Biz bunları dört ana grupta toplamaya çalıştık. Saydığımız bu dört ana gruptan her biri bir çok garip, zayıf rivâyetlere dayanılarak ortaya çıkarılmıştır. Bu inanışların çoğu Kur’ân ile çelişir.

Kur’ân’ı anlamayıp, Kur’ân dışı söylentilerin ardına düşülürse doğal olarak dört çeşit değil dört bin çeşit görüş ve inanç ortaya çıkar. Öyleyse biz Kur’ân’a yönelip Kur’ân’daki ifadeler nelerdir ona bakalım.
A’raf ve Ashabı A’raf ifadelerinin yer aldığı âyetleri tahlil edelim. Tahlile başlarken söz konusu âyetlerin yer aldığı pasajı (35-53 âyetlerin hepsini) inceleyelim.

Anlatım düzeni:

35, 36. âyetler:
Bu âyetlerde Rabbimiz, bize kurtuluş ve helak yollarını açıklıyor:

“Ey Ademoğulları! Size, aranızdan, âyetlerimizi anlatan elçiler geldiğinde, kim takvalı davranır ve kendini iyileştirirse, işte onlara kaygı yoktur ve onlar üzülmeyecekler de.
Ve âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara gelince, işte onlar Ateş’in arkadaşlarıdır ve orada temelli kalacaklar.”

37-41. âyetler:
Bu âyetlerde insanlar yanlışa karşı uyarılıyor.

“Öyleyse, Allah’a karşı yalan uyduran veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? İşte onlara Anakitap’taki payları erişecektir; sonunda elçilerimiz, canlarını almak üzere geldiklerinde, onlara,”Allah’ın yerine dua ettikleriniz nerede?” diyecekler. –Onlar, “bizden ayrıldılar” diyecekler ve inkarcı olduklarına, kendi aleyhlerine tanıklık edecekler.
Allah, “Sizden önce geçmiş cin ve insan toplumlarıyla birlikte Ateş’e girin” diyecek. Her ümmet/toplum girdikçe, kız kardeşine (1) lanet edecek. Sonra, hepsi birbiri ardından orada buluşunca, sonrakiler, öncekiler (2) için, “Rabbimiz! Bizi saptıranlar işte bunlar: Onlara ateşten iki kat ceza ver” diyecekler.-O, “Her biri için iki kattır, ama siz bilmiyorsunuz!” diyecek.
Ve öncekiler, sonrakilere (2), “Ama sizin bizden hiçbir üstünlüğünüz yok. Öyleyse kazandığınıza karşılık cezayı tadın!” diyecekler.
Hayır, göstergelerimizi yalanlayan ve onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları kesinlikle açılmayacak, deve/urgan (3) iğnenin deliğinden geçmedikçe de Cennet’e giremeyecekler. Suçluları işte böyle cezalandırırız.
Onlar için Cehennem’den bir yatak ve üstlerinde de örtüler vardır. Hainleri işte böyle cezalandırırız.”

42-43. âyetler:
Bu âyetlerde doğrunun peşinden gidip de kendini kurtaranlara müjdeler veriliyor, onlar özendiriliyor.

“İnanan ve iyi işler yapanlara gelince –ki hiç kimseye kapasitesinden fazlasını yüklemeyiz,- işte Cennet halkı onlardır. Orada temelli kalacaklar.
Ve göğüslerindeki kini çıkarıp atacağız. Altlarından ırmaklar akacak; “Övgü bizi buraya ileten Allah’a! Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi, biz doğru yolu bulamazdık. Hiç kuşkusuz Rabbimizin elçileri, bize gerçekle geliyorlardı!” diyecekler. –Ve onlara, “işlediğinize karşılık, işte mirasçısı olduğunuz Cennet!” diye seslenilecek.”

44, 45. âyetler:
Bu âyetlerde inzar ve tebşirin sonucu açıklanıyor. Temsili bir tablo çiziliyor, cennettekilerle cehennemdekiler konuşturuluyor. Salt bilgi aşılıp cennet ve cehennem ehli canlı-canlı sahnede izlettiriliyor. Ki uyarı ve müjde mükemmel yapılmış olsun.

“Ve Cennet halkı ateş halkına, “Biz, Rabbimizin bize vaat ettiğini gerçek bulduk. Peki siz, Rabbinizin size vaat ettiğini gerçek buldunuz mu?” diye nida ettiler. Onlar da “evet” dediler. Aralarından bir duyurucu, “Şüphesiz ki Allah’ın lanetinin, Allah’ın yolundan geri çevirip yolun eğri-büğrüsünü isteyen ve ahireti inkar eden zalimlerin üstüne olacağını” duyurdu.””

46-49. âyetler.
Burada bir parantez açılıyor

“46- Ve aralarında perde vardır. (4) A’raf (5) üzerinde, onların hepsini sîmalarından/alâmetlerinden (6) tanıyan kimseler vardır. Ve bu kimseler, cenneti umup da henüz girmemiş olan (7) cennet ehline “Selam olsun size!” derler. (8)

47) Gözleri ateş ehline çevrilince “Rabbimiz! Bizi bu hainlerle birlikte bulundurma” derler. (9)
48-49) A’raf ashabı alâmetlerinden tanıdıkları kimselere seslenip, “ topluluğunuz ve şişindiğinizler size yarar sağlamadı, Allah’ın, rahmetine (x) erdirmeyeceğine yemin ettikleriniz, şunlar mı?”
(x)) Bu rahmet, “Girin cennete, size kaygı yoktur, üzülmeyeceksiniz de! (10)”dir.






50-53. âyetler:
Parantez kapatılıyor ve tekrar temsili sahneye dönülüyor.


“Ve Ateş’in arkadaşları, Cennet’in arkadaşlarına, “Bize biraz su veya Allah’ın size verdiği yiyecekten gönderin” diye seslendiler, -onlar da “Allah, dinlerini alaya ve eğlenceye alan, basit, iğreti hayata aldanan inkarcılara ikisini de gerçekten yasaklamıştır!” dediler. –Bu günle karşılaşacaklarını unuttukları, âyetlerimizi bile bile inkar ettikleri gibi, biz de bu gün onları unutacağız.-
Hiç kuşkusuz onlara, inananlar için, bir yol gösterme ve rahmet olarak, tam bir bilgiyle açıkladığımız bir Kitap getirmiştik.
Onun gerçekleşmesinden başka ne bekliyorlar? Onun gerçekleşeceği gün geldiğinde, önceleri onu unutanlar, “Rabbimizin elçileri gerçekten bize gerçeği getirmişti. Acaba bizim için aracılık edecek aracılar var mı? Veya geri gönderilip de yaptıklarımızdan başkasını yapabilir miyiz?” diyecekler. Kuşkusuz kendilerini kayba uğratmışlardı. Uydurdukları şeyler de onlardan ayrılmıştır.”

Bu anlatım düzeni dikkate alınıp Kur’ân’ın lafzı ifadeleri kurallara göre anlamlandırılırsa sorun çözülür. Mesele ayan beyan anlaşılır.
Özetlersek Ashab-ı A’raf, dünya üzerinde yaşayan iman-küfür, takva-fücur kavramlarını öğrenmiş kimselerdir. Bunlar çevrelerine baktığında çevrelerindeki imanlı ve takvalı olanların cennetlik olduklarını ve yine çevrelerindeki insanlardan kâfir ve fâcir olanların da cehennemlik olduklarını bilebilirler.
Bu olayın ahiretle alakası yoktur. Temsili anlatım kısımlarında cennet ve cehennem ehillerinin diyaloglarının geçmiş zaman kipiyle verilmesi hem Zat-ü Zülcelal’e göre zaman mefhumunun olmayışı hem de tahakkukunun kesinliği nedeniyledir. Bu tür anlatım Kur’ân’ın bir çok yerinde mevcuttur.


AÇIKLAMALAR:

(1) Âyette geçen “uhteha/kız kardeşine (ümmetin kız kardeşi) ifadesi kişinin kız kardeşiyle karıştırılmamalıdır. Ümmetin kız kardeşi, dindaş, yandaş, ülküdaş demektir. Müşrikler müşriklere, yahudiler yahudilere, ateistler ateistlere......
(2) 38. ve 39. âyetlerde öncekiler ve sonrakiler ifadeleri cehenneme evvel ve sonra girenler demek değildir. Zuhruf suresi 67. âyetin delaletiyle birbirinin izinden gidenler demektir. Ki öncekiler, sapık fikrin sahipleri imamlar; ideologlardır. Sonrakiler de bu sapıkların arkasından gidenler, onlara uyanlardır.
(3) Âyette geçen “cemel/deve” sözcüğü bazı kıraatlarda “cümmel/urgan” olarak okunur. İğne-iplik ilişkisi dikkate alınınca “cümmel” kıraati tercihe şayandır. İlişki urgan-iğne ilişkisi olur.
(4) Âyetin bu kısmı, anlamca 44, 45. âyet grubuna bağlıdır. Temsili olarak anlatılan, bir nevi canlı canlı yaşatılan cennet ve cehennem halkının diyaloğunun yüzyüze olmayıp aralarında bir perdenin bulundurulduğu, tarafların birbirlerini görmeden konuştukları anlatılıyor. Bu âyette geçen ‘hicab/perde’nin Hadid suresi 13. âyette geçen ‘sur’ ile alakası yoktur. Hadid suresi âyet 13’teki geçen”kapısı olan sur/duvar” bildiğimiz cennet kapılarının bulunduğu sur/duvardır (mecazen). Buradaki konu edilen hicap/perde ise temsilin sahnesindeki bir dekordur. Sahnede bulunan iki ayrı grup oyuncunun arasına çekilmiştir.
(5) A’raf sözcüğü ‘urf’ sözcüğünün çoğuludur. Yani bu sözcük çoğuldur. “Ef’âl” kalıbında cemikıllettir. Anlam olarak 3-10 adedi kapsar. Yukarıda gördüğünüz, yanlış kabuller ve bu kabullere göre yazılmış tefsir ve mealler Sözcüğün çoğul oluşunu hiç dikkate almazlar. Bir tepe, burç, bir ara bölge deyip geçerler. Halbuki en azından, tepeler, bölgeler, burçlar demeliydiler.
‘Urf’, kum yığını, yerden yüksek olan yer demektir. Hatta Araplar horozun ibiğine, atın yelesine de ‘urf’ derler. Ama burada dikkat edilecek nokta kök harfler; “ARF”dir. Ki bu sözcüğün gerçek anlamı, bilindiği gibi ilim, irfan/iyiyi kötüyü, eğriyi- doğruyu ayırabilme yetisidir. ‘Urf’ ise vaz’ında bu yetideki derecelerin yüksekçe olanıdır. Biz buna bilgi tepesi diyebiliriz. Ülkemizde bilgi aşamaları “deniz” ile ilgili sözcükler ile ifade edilir: “yufka, derin, derya, okyanus vs. gibi. Demek oluyor ki Araplar bilgi derecelendirmesini “tepe, dağ” sözcükleriyle ifade ediyorlarmış. ‘Urf’ da bilgi derecesinin en küçüğü (tepecik) anlamında kullanılıyormuş. Lisan-ül Arab’da açıklandığına göre yukarıda açıklanan:
“1) A’raf, sırat köprüsünün üstündeki yüksekçe bir yerdir, burçtur.
2) A’raf, cennetle cehennem arasında Uhud dağına benzer bir mevkidir.
3) A’raf cennetle cehennemi birbirinden ayıran bölgedeki surun yüksek bir yeridir. ” gibi anlamlar tefsirciler tarafından ortaya atılmıştır, dilbilimceleri tarafından değil. (İbn- Manzur, Lisan-ül Arab Cilt 6; S. 198)
Mekke’deki “Arafat” bölgesinin adı, “itiraf” sözcüğü de aynı kökten türemiştir.
Bu gün öğretim derecelerini incelersek, ülkemizde, öğrenimin, ilköğretim, orta öğretim, yükseköğretim gibi derecelendirildiğini görürüz. Bu günkü anlayışımıza göre ‘Urf’ (bilgi tepeciği), ilköğretim derecesidir diyebiliriz.
Bu tespit ve anlayış sadece bizim tespit ve anlayışımız değildir. Büyük tefsircilerimizden Hasan-ı Basri ve Zeccac’ın da tespit ve anlayışları böyledir. Fahredddin-i Razi en makul ve makbul görüş ve tespitin bu olduğunu bildirir. Ama bu gerçekler, rivâyet toz-dumanı içinde kaybolup gitmiştir.
Bu açıklamalardan sonra diyebiliriz ki “Ashab-ı-A’raf” da, bu dünyada ilköğretim seviyesinde (az seviyede) bilgi sahibi olan kimselerdir. Kimin cennetlik, kimin cehennemlik olduğunu bilmek için çok derin bilgiye, yüksek tahsile gerek yok. Az bilgili insanlar bile bunu kişilerin yaşam tarzlarından bilebilir. Parantez içinde bize bildirilen işte budur.
(6) Sîmalarından/ alâmetlerinden. Bu alâmetler onların yaşam tarzlarıdır. Müminlik-müttekilik, kâfirlik-fâcirlik gibi. Bu ölçüleri bilen kimseler çevrelerindeki kimselerden kimin cennetlik, kimin cehennemlik olduklarını bilebilirler. Âyette ifade edilen işte budur. Bazı tefsircilerin, Âl-i Imran suresi 106, 107 ve Zümer suresi âyet 60’ta açıklanan, ahirette, bazılarının yüzünün beyaz, bazılarının siyah oluşunu bu âyetin tefsirinde kullanmaları çok yanlıştır. Tefsir ve meallere bakarsanız “sîma” sözcüğünün “yüzlerinden”, “yüz çizgilerinden” veya “yüzlerindeki alâmetlerden” diye çevrilmiş olduğunu görürsünüz. Halbuki “sîma”, sadece “alâmet, gösterge, eser, belirti” demektir. Bakara suresi âyet 273, Muhammed suresi âyet 30 ve Rahman suresi âyet 41’e de bakılabilir. Sözcüğün anlamı Fetih suresi 29. âyetteki “sîmahüm fi vücuhihim/alâmetleri, secde eserinden, yüzlerindedir.” ifadesiyle karıştırılmıştır. Ne yazık ki Türkçe’ye de “sîma” sözcüğü “yüz, çehre” olarak girmiştir. Halbuki “yüz, çehre” ifadesinin karşılığı “vech”tir. “yüzdeki alâmet/belirti” ifadesinin karşılığı da “sîma-ül vech”dir. Görüldüğü gibi Fetih suresi 29. âyette öz anlamlarıyla ayrı ayrı yer almıştır.
(7) Âyette geçen “...cenneti umup da henüz girmemiş olan.” nitelemesi Ashab-ı A’raf’a ait değildir. Ashab-ı A’raf’ın çevresinde bulunan ve onların yaşam tarzlarından tanıdıkları cennetlik kimselerin niteliğidir. Bu ifade onların henüz ölmemiş dünyada yaşayan insanlar olduklarının açık-seçik beyanıdır.
(8) Azıcık bilgili insanlar, çevrelerindeki insanlara bakıp yaşam tarzlarından; mümin, mütteki oluşlarından cennetlik olduklarını kavrayınca onlara imrenirler ve “Selam size/ne mutlu size” diye hayranlıklarını dile getirirler.
(9) Yine bu az bilgili insanlar, çevrelerine bakıp, bazı insanlarında yaşam tarzlarından; kâfirlik ve fâcirliklerinden dolayı cehennemlik olduklarını öğreniverince, onlar gibi olmamak için dua ederler. Ayrıca 48 ve 49. âyetler de gördüğünüz gibi onları uyarmaya da gayret ederler.
(10) Bilindiği gibi tefsircilerin ve mealcilerin ekserisi bu âyeti çözememişler veya çözmemişlerdir. İlk birisinin yazdığını aynen kabul edip kendileri dirâyet göstermemişler, âyeti anlatabilmek için “Girin cennete, size kaygı yoktur, üzülmeyeceksiniz de!” ifadesinin önüne arkasına parantezlerle bir çok ifade yamamak durumunda kalmışlardır. Parantezli ifadelerin birden çokluğu ve birbirinden farklılığı kimseyi tatmin etmediği gibi üstelik konuyla ilgili bir çok yanlış anlayışa da neden olmuştur.
Âyetteki “üdhulû” cümlesi âyetteki “rahmetin” ifadesinden “bedel” yapıldığı takdirde anlaşılmayacak bir şey kalmaz.Teknik olarak buna herhangi bir engel yoktur. Bu takdirde anlam bizim verdiğimiz anlam olur. Rabbimizin Cennete girdirme ve orada korkusuz ve üzüntüsüz bir yaşam (rahmet) sunuşunu anlamak için ise, Konumuz olan pasajı yeniden bir tetkik ile Bakara suresi âyet 112, 262, 274, 277, Al-i Imran suresi âyet 195, 170, Nisa suresi âyet 13, 124, 57, 122, Maide suresi âyet 12, 69, En’am suresi âyet 48, A’raf suresi âyet 35, Yunus suresi âyet 62, Zuhruf suresi âyet 68, 70, Ahkaf suresi âyet 13, Meryem suresi âyet 60, Mümin suresi âyet 40, Ya Sin suresi âyet 26, Nahl suresi âyet 32, Hıcr suresi âyet 46, Kaf suresi âyet 34, Fecr suresi âyet 29, Enbiya suresi âyet 86, Ankebut suresi âyet 9, Hacc suresi âyet 14, Muhammed suresi âyet 12, Fetih suresi âyet 5, 17, 25, Saff suresi âyet 12, Tahrim suresi âyet 8, Teğabün suresi âyet 9, Talak suresi âyet 11 ve Mücadele suresi âyet 22’ye de bakılabilir. Bu âyetlerde Rabbimizin rahmetinin “cennete giriş ve orada korkusuz, kaygısız güvenli bir hayat” olduğu, lafzen ve manen anlaşılır.

CİNLER KURANDA NASIL ANLATILIYOR

CİNN KAVRAMI ve KUR’AN’DA CİNN


“Cinn” kavramı, “şeytan”, “İblis”, “melek” kavramları gibi muhtemelen tarih öncesinden itibaren insanların yaşamları içine girmiş kavramlardan biri olup, yine bu kavramlar gibi tüm dinlerde önemli bir yere sahip olmuştur. Ne var ki bu kavramların halk kültüründe edindiği yer, ilkel toplumların yaşadıkları ilkel koşullar içinde zihinlerinde oluşturdukları vehim ve kuruntulara dayalı inançların etkisinden kurtulamamıştır. Bugün de hâlâ, ilkel toplumlardan gelme yanlış anlayış ve inanışlar devam etmekte ve işin kötüsü bunlar dine fatura edilmektedir. Bizi ilgilendiren husus da budur. Biz, dinimizin saf, halis, Allah’a ait bir din olarak yaşanmasından yana olduğumuz için bu kavramları, içlerine yuvalanmış batıl inanç ve hurafelerden temizlemeyi bir görev olarak addetmekteyiz.
Halk kültürüne göre cinn; “insan gibi yiyip içen, üreyen, inanan, bazen ehil insanlarca işçi gibi çalıştırılan, olağan üstü güç ve bilgilere sahip, insanları çarpan, istediklerine zarar veren, erdirici yüksek değerler ilham eden gizli destekçi güç, görünmeyen yaratık”tır.
Bu anlayış doğrultusunda halk arasında, psikolojik rahatsızlıklara uğramışlara, yüz felci olmuşlara… cinn çarpmış, cin uğramış (uğrak olmuş) denmektedir. Eski dönemlerde ise başarılı, çalışkan zanaatkârlara, şairlere, kâhinlere hatta peygamberlere de “mecnun (cinlenmiş)” denirdi. Bundan maksat, onların delirmiş olduklarını anlatmak değil, cinler (görünmez varlıklar) tarafından desteklendiklerini, yardım gördüklerini ifade etmekti.
Günümüzde cinn kavramını doğru olarak öğrenebilmek için yapılacak ilk hareket, bu konuda şimdiye kadar bilinen ve halk arasında yaygın, kulaktan duyma anlayışın bir tarafa bırakılması olmalıdır.

“Cinn” sözcüğü, “cenn” kökünden türemiş bir sözcük olup sözcüğünün asıl anlamı, “bir şeyi duyulardan saklamak”tır. “Cennehülleylü (gece onu örttü)”, “ecennehü (onu örttürdü)”, “cenne aleyhi (üzerine örttü)” şekillerinde kullanılır. Nitekim Kur’an’da İbrahim peygamberi konu alan bir pasajda “fellema cenne aleyhilleylü (ne zaman ki gece kendisini sakladı, iyice karanlık çöktü)” diye yer almıştır (En’âm; 76).
Aşağıdaki sözcükler de “cnn” kökünden türemiştir.
Cennet: “Toprağı ağaç yapraklarıyla saklanmış yer” demektir.
Cinnet: “aklı, fikri saklanmak, delirmek” demektir.
Cenin: “ana karnında saklandığı için bu adı almıştır.
Cünnet: Kalkan; kişiyi oktan mızraktan sakladığı için bu ad verilmiştir.

“Cinn” sözcüğü bütün eski ve yeni sözlüklerde “İnsanın beş duyusuyla kavrayamadığı, algılanamayan, ama somut veya soyut, varlığı kesin olan güçler” olarak yer alır.
Sözlüklerdeki bu tarife göre melek ve şeytan terimleri de cinn kavramı kapsamına girmektedirler. Yani her melek ve şeytan cinndir, ama her cinn şeytan veya melek değildir.
Kur’an’dan ve eski kaynaklardan yaptığımız tespitlere göre “cinn” sözcüğü çok kapsamlı olarak kullanılmaktadır. Nitekim Araplar yavaş hareket ettiği için hareketi gözle izlenemeyen küçük bir yılan türüne “cann” derler. Cann sözcüğü bu anlamıyla Kur’an’da iki yerde; Kasas suresinin 31. ve Neml suresinin 10. ayetlerinde, Musa peygamberin asası ile ilgili olarak kullanılmıştır. Ayrıca “cinn” sözcüğü Kur’an’da “cinnet” kalıbıyla da yer almıştır.
“Cinn” sözcüğü, anlam olarak “insan” sözcüğünün karşıtıdır. Bu sebeple “cinn” sözcüğünü daha iyi anlamak için karşıtı olan “ins, insan” sözcüklerinin de bilinmesinde yarar vardır.

İns, İnsan:

Sözcük anlamı; “beş duyuyla hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran” demek olan “insan” sözcüğü, “fi’liyan” kalıbında olup “ens” sözcüğünden türemiştir. “İnsan” sözcüğünün aslı “insiyan” sözcüğüdür.
Sözcük, anlam olarak evrendeki tüm görünen (cisimli) varlıkları kapsamasına rağmen sadece insanlara isim olarak verilmiştir. Bunun nedeni, insanın yaratılış itibariyle ünsiyete muhtaç, yani sosyal bir varlık olmasıdır.
İbn-i Abbas gibi bazı tefsirciler “insan” sözcüğünün “nisyan” sözcüğünden türemiş olduğunu ve insanın verdiği sözleri unuttuğu için bu isimle isimlenmiş olduğunu söylemiş olsalar da bu görüş hem dil bilimcileri tarafından itibar görmemiştir hem de Kur’an’daki kullanıma ters düşmektedir.
Sözcük anlamı itibariyle birbirinin karşıtı olan cinn ve insanın, varlık olarak da yaradılıştan gelen bir karşıtlık içinde olduklarının bize Kur’an göstermektedir:

İnsan ve cinnin yaratılışı:

Rahman; 14 – 15: O, insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan (değişken
maddeden) yarattı.

Ve cannı ateşin dumansızından (enerjiden) yarattı.

Hicr; 26 – 27: Ve hiç kuşkusuz biz, insanı (görünen, bilinen varlıkları)
çınlayan kilden, işlenebilen çamurdan (halden hale giren maddeden)
yarattık.

Ve cannı daha önce, en ince delikten bile geçebilen yakıcı bir
esintinin ateşinden (engel tanımayan enerjiden) yaratmıştık.

Ayetler, insanın, “pişmiş çamur, kuru balçık, çınlayan kil, işenebilir çamurdan” yaratıldığını söylemektedir. Bu ifadeler, “madde”nin halden hale girmesini çağrıştırmakta olup, insanın genel anlamda maddeden yaratıldığını anlatmaktadır. Cannın, “ateşin dumansızından, en ince delikten bile geçebilen yakıcı bir esintinin ateşinden” yaratıldığını söyleyen bu ifadeler ise, daha ilk bakışta akla “enerji”yi getirmektedir.
Öyleyse “cann ateşten yaratılmıştır” demek; “elektrik, manyetik dalgalar, ışın gibi gözükmez güçler enerjiden yaratılmıştır” demektir. “İnsan topraktan yaratılmıştır” demek de; “beş duyuyla hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran cisimli varlıklar maddeden yaratılmıştır” demektir.




Kur’an’da cinn:

“Cinn” sözcüğü Kur’an’da; melekler için, İblis için ve kendileri görülse de kimlikleri açıkça belli olmayan kişiler için kullanılmıştır:

1 – Cinn sözcüğünün Kur’an’da melekler için kullanılışı:

Saffât; 158: Onlar, Allah ile cinler arasında bir soy bağı (nesep) kurdular.
Oysa ant olsun, cinler de onların gerçekten hazır bulundurulacaklarını
bilmişlerdir.

En’âm; 100: Ve Cinleri Allah’a ortak koştular. Oysa onları da O yaratmıştır.
Bir de bilgisizce O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar.
O ise nitelendirdikleri şeylerden yücedir /uzaktır.

Sebe; 41: Melekler derler ki: “Sen yücesin, bizim velimiz sensin, onlar değil.
Hayır, onlar cinlere tapmaktaydı ve çoğu onlara iman etmişlerdi.

Bu üç ayette “cinler” sözcüğü ile kastedilen “melekler”dir. Çünkü biz, Nahl; 57, Necm; 21, Saffat; 149, 153, Zühruf; 16, Tur; 39 ayetlerinden biliyoruz ki müşrikler, Allah ile melekler arasında soy bağı kurmuşlar, Allah’ın kızları olarak melekleri görmüşler ve Allah yerine meleklere tapmışlardır. Yani Kur’an, Allah’a ortak koşulan melekleri, Saffat; 158, En’âm; 100 ve Sebe; 41’de “cinn” olarak ifade etmiştir.

2 – Cinn sözcüğünün Kur’an’da İblis için kullanılışı:

Kehf; 50: Hani biz meleklere, “Âdem’e secde edin” demiştik de İblis dışında
hepsi secde etmişti. İblis, cinlerdendi. Kendi Rabbinin emrine ters düş-
tü. Şimdi siz, benim astımdan onu ve onun soyunu dostlar mı ediniyor-
sunuz? Hem de onlar sizin düşmanınızken. Zalimler için ne kötü bir de-
ğiştirmedir bu!

“İblis” konusunda ayrı bir çalışmamız olduğu için burada detaya girilmemiştir.

3 – Cinn sözcüğünün Kur’an’da kendileri görülse de kimlikleri açıkça belli olmayan kişiler için kullanılışı:

Bu başlık altında topladığımız cinnler ya da kişiler için Kur’an’da üç örnek mevcuttur:

a) Süleyman peygamberin cinleri:

Sebe; 12 – 14 : Süleyman için de sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan
rüzgârı boyun eğdirdik; erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Onun
eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan bir kısım cinler de vardı.
Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp sapacak olsa, ona çılgın ateşin a-
zabından tattırırdık.

Ona dilediği şekilde kaleler/ mihraplar, heykeller/ manzara resimleri/
güzel motifler, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen
kazanlar yaparlardı. “Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın.” Kullarımdan
şükretmekte olanlar azdır.

Böylece onun ölümünü gerçekleştirdiğimiz zaman, ölümünü, onlara asa-
sını yemekte olan bir ağaç kurdundan başkası haber vermedi. Artık o,
yere yıkılıp düşünce, açıkça ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı
(Süleyman’ın öldüğünü) bilmiş olsalardı böylesine aşağılayıcı bir azap
içinde kalıp yaşamazlardı.

Neml; 39: Cinlerden İfrit: “Sen makamından kalkmadan önce, ben onu sana
getiririm, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahi-
bim.” dedi.


Görüldüğü gibi bu âyetlerde Süleyman Peygamberin emrinde çalışan, ona zoraki hizmet eden Cinnlerden bahsedilmektedir. Ve bunların hünerli zanaatkâr kimseler olduğu açıklanmaktadır.
Süleyman peygamberin emrine verilen bu cinlerin kim olduklarını anlamak için, eldeki tarihî bilgilerin değerlendirilmesi gerekir. Süleyman peygamber, Yakup peygamberin soyundan gelen bir Beniisrail peygamberi olup, Davut peygamberin oğlu ve ülkesi İsrail’in hükümdarı idi (M.Ö. 10. yy ortaları). Süleyman peygamber hakkındaki bilgilerin hemen hemen tamamı, Ana Britannica ansiklopedisinin de belirttiği gibi (Cilt: 28, s: 434), Eski Ahit’ten kaynaklandığı için, bu bilgileri Tevrat’ın 1. Krallar ve 11. Tarihler bölümlerinden almayı daha uygun buluyor ve 11. Tarihler, bölümünün 11. Bab’ını aynen aktarmayı uygun buluyoruz:

“VE Süleyman RABBiN ismine bir ev, ve kendi krallığı için bir ev yap­maya niyet etti. 2Ve Süleyman yük ta­şıyan yetmiş bin adam, ve dağlarda taş kesen seksen bin adam, ve onların üze­rinde iş başı olan üç bin altı yüz adam saydı. 3Ve Süleyman Sur kralı Hurama gönderip dedi: “Babam Davuda yaptığın gibi, ve içinde oturmak için kendisine ev yapsın diye ona erz ağaç1arı gönder­diğin gibi, bana da öyle yap. 4İste, ben Allah’a tahsis edeyim, ve onun önünde hoş kokulu buhur yakayım diye, Allah’ım RABBİN ismine bir ev yapacağım; ve o daimi huzur ekmeği için, ve sabah akşam, Sebtlerde, ve ay başlarında ve Allahı’mız RABBiN belli bay­ramlarında yakılan takdimeler için ola­caktır. Bunlar İsrail üzerine ebedi kanundur. 5Ve yapmak üzere olduğum ev büyüktür, çünkü Allahımız bütün ilah­lardan büyüktür. 6Ve kimin kudreti var ki, ona bir ev yapsın? Çünkü gök ve göklerin göğü onu alamaz. Ve ben ki­mim ki, ona bir ev yapayım? Ancak onun önünde buhur yakmak için yapıyo­rum. 7Ve şimdi, babam Davud’un hazır­lamış olduğu Yahuda’da ve Yeruşalim’­de yanımda bulunan hünerli adamlarla beraber olmak üzere bana bir adam gönder, altın, ve gümüş, ve tunç, ve demir. ve erguvani, ve kırmızı, ve lacivert işlerinde hünerli olsun, ve her türlü oyma işlerini oyabilsin. 8Ve bana Libnan’dan erz ağacı, ve servi, ve sandal ağacı gön­der: çünkü bilirim ki, senin kulların Libnan’dan kereste kesmeği bilirler. 9Ve iste. bana bol kereste hazırlasınlar diye kullarım senin kullarınla beraber ola­caklar: çünkü yapacağım ev büyük ve şaşılacak bir şey olacaktır. 10Ve iste, se­nin kullarına, kereste kesenlere, yirmi bin ölçek dövülmüş buğday, ve yirmi bin ölçek arpa, ve yirmi bin bata şarap, ve yirmi bin bat zeytin yağı veririm.
11Ve Sur kralı Huram, Süleyman’a gönderdiği yazı ile cevap verdi: RAB kavmini sevdiği için seni onların üzerine kral etti. 12Ve Huram dedi: RAB için bir ev, ve kendi kra1lığı için bir ev yapacak olan basiret ve anlayış sahibi akıllı bir oğlu kral Davud’a veren, Göğü ve yeri yaratan RAB, İsrail’in Allah’ı mübarek olsun. 13Ve iste, senin hünerli adamlarınla ve baban efendim Davud’un hünerli adamları ile beraber kendisine bir yer verilsin diye, hüner ve an1ayış sahibi bir adamı, benim Huram Babayı gönderdim. 14Dan kızlarından bir kadı­nın oğludur, ve babası Surlu bir adamdı; altın, ve gümüş, tunç, demir, taç, ve kereste, erguvani, lacivert, ve ince keten, ve kırmızı işlemede, ve her çeşit oyma işinde, ve her çeşit icatta hünerlidir. 15Ve efendimin söy1emiş olduğu buğdayı ve arpayı, zeytin yağını ve şarabi kullarına göndersin; 16ve sana lazım olduğu kadar Libnan’dan kereste keseriz; ve onu sallarla denizden Yafa’ya kadar sana getiririz ve sen onu Yerüşa1ime çıkarırsın.
17Ve Süleyman, babası Davud’un İsrail diyarında olan bütün garipleri saydığı sayıdan sonra onları saydı; ve yüz elli üç bin altı yüz kişi bulundular. 18Ve onlardan yük taşıyan yetmiş bin, ve dağlarda taş kesen seksen bin, ve kavmi işletmek için iş başi olarak üç bin altı yüz kişi koydu. ”

Yukarıdaki bilgilere göre, Süleyman peygamberin hizmetinde bulunanlar, halk kültüründeki cinler değil, Süleyman peygamberin babası Davut peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ve onlara ustabaşılık yapan Sur kralının gönderdiği Hurram Baba ile emrindeki hünerli kişilerdir.
Yani, burada da görmekteyiz ki Cinn sözcüğü, başka ülkelerden getirilmiş hünerli zanaatkâr yabancı işçiler için kullanılmıştır.

b) Peygamberimizi dinleyen cinler:

Ahkâf; 29 – 32 : Hani cinlerden birkaçını, Kur’an dinlemek üzere sana yönelt-
miştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman, dediler ki: “Kulak ve-
rin;” sonra bitirilince de kendi kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler.

Dediler ki: “Ey kavmimiz, gerçekten biz, Musa’dan sonra indirilen, ken-
dinden öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve dosdoğru olan
yola yöneltip iletmektedir.

Ey kavmimiz, Allah’a davet edene icabet edin ve ona iman edin; günah-
larınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun.”

Kim Allah’a davet edene icabet etmezse, artık o, yeryüzünde Allah’ı a-
ciz bırakacak değildir ve onun O’ndan başka velileri de yoktur. İşte onlar
apaçık bir sapıklık içindedirler.

Buradaki anlatım aşağıda göreceğiniz gibi Cinn suresinde de yer almıştır.

Cinn; 1 – 14: De ki, “Bana gerçekten şu vahyolundu: Cinnlerden bir grup din-
leyip de şöyle demişler: ‘Doğrusu biz hayranlık veren bir Kur’an dinle-
dik.

O, gerçeğe ve doğruya yöneltip iletiyor. Bu yüzden biz ona iman ettik.
Bundan böyle Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız.

Elbette bizim Rabbimizin şanı yücedir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir
çocuk.

Doğrusu şu: Bizim beyinsizlerimiz, Allah’a karşı bir sürü saçma şeyler
söylemişler.

Halbuki biz, ins ve cinin (hiçbir kimsenin) Allah’a karşı asla yalan söy-
lemeyeceklerini zannediyorduk.

Bir de şu gerçek var: İnsten bazı kimseler cinden bazı kimselere sığınır-
lardı. Öyle ki, onların azgınlıklarını artırırlardı.

Ve onlar, sizin de sandığınız gibi Allah’ın hiç kimseyi kesin olarak di-
riltmeyeceğini sanmışlardı.

Doğrusu biz göğü yokladık (falcılığı denedik); fakat onu güçlü koruyu-
cular ve şihap/ ateş alevleri, göz kamaştıran parıltılar, yakıcı ışınlarla
kaplı bulduk.

Oysa gerçekte biz, dinlemek için onun oturma yerlerinde otururduk. Ama
şimdi kim dinleyecek olsa hemen kendisini izleyen bir şihap bulur.

Doğrusu bilmiyoruz; yeryüzünde olanlara bir kötülük mü istendi, yoksa
Rableri kendileri için bir hayır mı diledi.

Gerçek şu ki, bizden salih olanlar da vardır ve bunun dışında olanlar da.
Biz türlü türlü yolların fırkaları olmuşuz.

Biz şüphesiz, Allah’ı yeryüzünde asla aciz bırakamayacağımızı, kaçmak
suretiyle de onu hiçbir şekilde aciz bırakamayacağımızı anladık.

Elbette biz, o yol gösterici Kur’an’ı işitince, ona iman ettik. Artık kim
Rabbine iman ederse, o ne eksileceğinden korkar ve ne de haksızlığa uğ-
rayacağından.

Ve elbette bizden Müslüman olanlar da var, zulmedenler de. İşte Allah’a
teslim olanlar, artık onlar gerçeği ve doğruyu bulmuş olanlardır.’”

Bu iki ayet grubunda nefer bir sayıda (üç ile on arası) oldukları bildirilen cinnler, tüm tefsirlerde ve tarih kitaplarında ittifakla belirtildiği gibi, Nusaybin’den veya Yesrib’ten (Medine’den), kimliklerini açığa vurmadan peygamberimizin yanına gizlice gelip Kur’an dinleyen ve imana gelen, sonra da kavimlerini uyarmak için geri dönen Nusaybin’li veya Yesrib’li (Medine’li) Yahudilerdir. “Cinn Gecesi Hadisi” olarak şöhret bulmuş olan bir rivayete göre de bu cinnler, peygamberimizle birlikte ateş yakmışlar, yemek yemişler ve peygamberimiz de cinnlerin izlerini başkalarına göstermiştir.

c) Cinlerin bahsettiği cinler:

Yukarıda mealini verdiğimiz Cinn suresine ait ayetler, peygamberimizi dinleyen cinlerin memleketlerine dönüp kavimlerine anlattıklarının, Rabbimiz tarafından peygamberimize gayb haberi olarak bildirilmesidir. Dolayısıyla ayetlerdeki konuşmalar, cinlerin konuşmalarıdır. Dikkat edilirse bu konuşmalar esnasında 6. ayette, konuşan cinn, kendilerini insan olarak niteleyip başkalarına “cinn” demektedir.
“İns” sözcüğünün; “tanınıp, bilinen”, “cinn” sözcüğünün de; “tanınmayan, yabancı” olan anlamlarını yerine koyduğumuzda, ayet, gayet mantıklı, anlaşılır şekilde şöyle çevrilebilir:

Cinn; 6: … İnsten (bizim tanıyıp bildiklerimizden) bazı kimseler, cinnden (tanımadığımız yabancılardan) bazı kimselere sığınırlardı. …

Bu ayette Nusaybin’li veya Yesrib’li (Medine’li) Yahudilerin sözünü ettiği cinnler, bize göre, peygamberimiz aleyhinde propaganda yapmak için Nusaybin’e veya Yesrib’e (Medine’ye) gelmiş Mekke’li ajanlardır.


İns ve cinn kalıbı:

Cinn konusu kapsamı içerisinde, hassas ve Kur’an’ı doğru anlamak için çok önemli bulduğumuz bir nokta da; “ins” ve “cinn” sözcüklerinin bir arada “ins ve cinn (ins-cinn)” takım (kalıp) halinde kullanılışıdır. Bu kullanılış genellikle “İnsanlar ve Cinler” olarak çevrilmektedir. Halbuki bu tarz kalıp ifadelerde, sözcüklerin anlamı farklılaşmakta, başkalaşmakta ve zenginleşmektedir.
Bu durumu Kur’an’dan örnek vererek açıklamakta yarar vardır:

- Mağrib (batı) ve meşrik (doğu) sözcükleri, “batı-doğu” şeklinde söylendiklerinde anlam sadece iki yönü ifade etmeyip tüm yönleri içine alır. Örnek olarak Müzzemmil suresinin 9. ayetindeki “Rabbulmeşrigı velmağribi (doğunun, batının Rabbi)” ifadesi sadece doğu ile batıyı anlatmayıp tüm yönleri ve mekânları ifade etmektedir. Yani “Allah her yerin Rabbidir” demektir. Bu sözcükler ile ilgili diğer örnekler şunlardır: Nur; 35, Bakara; 115, 142, 177, Şuara; 28, Rahman; 17.

- Dünya ve ahiret sözcükleri beraber söylendikleri zaman “her yerde ve her zaman” anlamını ifade eder. Bu sözcükler ile ilgili Kur’an ayetleri şunlardır: Bakara; 217, 220, Âl-i Imran; 22, 45, 56, Nisa; 134, Tövbe; 69, 74, Yunus; 64, Yusuf; 101, Hacc; 14, Nur; 14, 19, 23 ve Ahzab; 57.

- Yaş, kuru sözcükleri beraberce kullanıldıkları zaman “ her ne varsa, her şey” anlamını içerir. Örneğin En’âm suresinin 59. ayetindeki “… Yaş ve kuru hiçbir şey yok ki, apaçık bir kitapta bulunmasın.” ifadesi sadece yaşı ve kuruyu ifade etmeyip “her ne varsa canlı-cansız hepsini” ifade etmektedir.

- Sabah, akşam sözcükleri de Kur’an’da farklı ifadelerle sıkça yer almakta ve “daima, her zaman” anlamına gelmektedir. Bu sözcükler ile ilgili Kur’an ayetleri de şunlardır: A’râf; 205, Ra’d; 15, Nur; 36, Mümin; 46, 55, En’âm; 52, Kehf; 28, Meryem; 11, 62, Fetih; 9, Furkan; 5, Ahzab; 42, İnsan; 25, Âl-i Imran; 41.

İki zıt anlamlı sözcüğün bir arada takım halinde söylenişi ile takımın yeni bir anlam kazanması sadece Arapça için söz konusu olmayıp, dünyanın tüm dillerinde mevcuttur:

- Türkçe’de:
Sağ, sol sözcükleriyle oluşturulan “sağda-solda” kalıbı; “her yerde” anlamına gelir.
İleri, geri sözcüklerinden oluşturulan “ileri-geri konuşma, söz söyleme” kalıbı; “yersiz, yakışıksız konuşma, söz söyleme” anlamına gelir.
Sabah, akşam sözcükleriyle “sabah-akşam” kalıbı aynı Arapça’daki gibi; “daima, her zaman” anlamına gelir.

- Japonca’da:
Doğu, batı sözcüklerinden oluşturulan “doğu-batı” kalıbı ile kuzey, güney sözcüklerinden oluşan “kuzey-güney” kalıbı; “bütün ülke, Japonya” anlamına gelir.
İyi, kötü sözcüklerinden oluşturulan “iyi-kötü” kalıbı; “doğadaki denge” anlamına gelir.
Gelmek, gitmek sözcüklerinden oluşturulan “geliş-gidiş” kalıbı; “dolaşmak” anlamına gelir.

- İngilizce’de:

- Fransızca’da:

- İtalyanca’da:

Konumuz olan “ins ve cinn” kalıbında da durum aynıdır. “Cinn” ve “ins” sözcüklerinin her birinin anlamını yukarıda açıklamıştık. Bu sözcüklerin birlikte oluşturdukları kalıp ise; “gördüğünüz, görmediğiniz; bildiğiniz, bilmediğiniz; tanıdığınız, tanımadığınız: herkes” anlamına gelir:

Zariyat; 56: Ben, cinn ve insi (herkesi) yalnızca, bana ibadet/ kulluk etsinler
diye yarattım.

İsra; 88: De ki: “İns ve cinn (herkes) bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak
için bir araya gelseler ve birbirlerine yardımcı olsalar, yine de, onun
benzerini, ortaya koyamazlar.”

Cinn; 5: “Oysa biz, insanların ve cinlerin (herkesin) Allah’a karşı asla yalan
söylemeyeceklerini sanmıştık.”

Rahman; 33: Ey cinn ve ins toplulukları, eğer göklerin ve yerin bucaklarından
aşıp geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın; ancak sultan/ üstün bir
güç olmadan aşamazsınız.

Rahman; 56: Orada daha önce ins ve cinn (hiç kimse) dokunmamış (elle ve
gözle değinilmemiş), bakışlarını eşine dikmiş eşler vardır.

Bu konuyla ilgili Kur’an’daki diğer örnekler şunlardır: En’âm; 112, 130, A’râf; 38, 179, Fussilet; 25, 29, Ahkâf; 18, Neml; 17, Rahman; 39, 74, Nas; 6, Hud; 119 ve Secde; 13.

DOĞUM KONTROLÜ


DOĞUM KONTROLÜ


İslam fıtrat dinidir. Fıtrat, kadını erkeğe, erkeği kadına çeker. Birleşmelerinin zorunlu sonucu ise, neslin türemesidir. Dolayısıyle tabii ve fıtrî bir olguyu normal şartlarda engellemek insanî ve İslâmî değildir.
Doğumun kontrol altına alınması, nüfusun çoğalmasının sınırlandırılması, istenmeyen gebeliğin önlenmesi amacıyla uygulanan ve siyasi, iktisadi, demografik, tıbbî, ahlakî, sosyal ve dînî yönleri bulunan bir meseledir. Âile planlaması, nüfus planlaması gibi yaygın adlandırmalarla yapılan doğum kontrolü, eski çağlardan beri uygulanmasına rağmen, esas olarak ondokuzuncu yüzyılda Batı Avrupa’da doktrin olarak ortaya atılmış ve hızla bütün dünyaya yayılmıştır. En eski eserlerde bile bu konuya dair bilgiler bulunmaktadır.
Tarih boyunca hangi millet veya dinden olursa olsun insanlar, “gebeliği önleme metodları” üzerinde durmuşlardır. Ancak yirminci yüzyılda dini ve ahlaki bakış açılarının değişmesi, ve teknolojinin ilerlemesi sayesinde doğum kontrol yöntemleri ve araçları bütün kitlelere yaygın bir hareket haline gelmiş; seri ve çok sayıdaki doğum kontrol aracı üretimi ve bunların serbestçe satılıp alınması, koruyucu hekimliğin gelişmesi, doğum kontrol ilaçlarının çoğalmasıyla, bu hareket geniş çapta uygulanır olmuştur.
Ritm (takvim) usulü, ağızdan alınan ilaçlar, prezervatif, diyafram, kremler, tamponlar, süpozituarlar, spiraller, kısırlaştırma, lavaj, laparoskopi, kürtaj gibi yöntemler geliştirilmezden evvel “azl” (kesik cima, meninin kadından uzaklaştırılması) metoduyla gebeliği önlemek bilinmekteydi. Yahudiler, Hırıstiyanlar ve Müslümanlar ve doğu dinlerindekiler eski çağlarda azl metodunu uyguluyorlardı. (Encyclopedia Britannica, “Birth control”, lll, 705)
Başta azl olmak üzere, bütün doğum kontrol metodlarının yan tesirleri vardır. Hepsi de fıtrata ters olup, doğal birleşmeyi engellemektedir. Bunlar, orgazmı önlemekte, psikolojik sinirsel rahatsızlıklara yol açmakta, uyumsuzluğa sebep olmakta ve bunalım çıkarmaktadır. Hatta nasıl olsa çocuk olmayacak fikri yaygınlaşarak kadını (hafif meşrep olanları) fuhşa bile teşvik etmektedir.
Korunmanın her türlü metodunun zararlı oluşu bile tek başına onun hoş bir şey olmadığını göstermektedir. Hatta materyalist bir tıp doktorunun şu ifadeleri ilginçtir: “Çocuk olmaması yönünde alınan tedbirlerin hemen hiçbiri tehlikesiz değildir. Herhalde bu, tabiatın çocuk istemeyenlerden öç almasıdır.”

Doğum kontrolü uygulamasının çeşitli sebepleri vardır:

Güvenlik endişesi, gelecek korkusu, açlık ve yoksulluk sorunu.
Devletin, nüfusun artması veya azalması üzerine, doğumları teşviki veya sınırlandırmasını sağlaması.
İstenmeyen gebelikler.
Doğumu mümkün en iyi şartlara erteleme arzusu.
Çok çocuğun rahat yaşamayı engelleyeceği, ancak ekonomik yönden rahatladıktan sonra çok çocuk yapmayı istemek.
Hastalıkların çocuğa da geçebileceği düşüncesi. AİDS, verem vs.
Fazla çocuğun, ibadete ve ilme engel olacağı fikri.
Yeni bir gebeliğin kadın için tehlikeli olması veya memedeki çocuğuna zarar verme durumu.

Topluma, çevreye bakıldığı zaman doğumun kontrolünün gerekçelerinin bunlar olduğunu görüyoruz.

Tahmin edildiği gibi Rasülüllah efendimiz döneminde, diğer bir ifade ile İslâm dininin geldiği dönemde azl dışında doğum kontrolü metodu bilinmiyordu . O nedenle dini kaynaklarımızda bu konu “Azl” adı ile yer almaktadır.
Azl hakkında Kur’ân’ı Kerim’de bir açıklama yoktur. Hz. Peygamberimizden de bize gelen rivâyetlerde azl konusunda kesin bir yasaklama yoktur. Kaynak hadis kitaplarında Rasülüllah efendimizden şu nakiller gelmektedir.
.... Cabir şöyle demiştir:
“_ Bizler Peygamber zamanında, Kur’ân inip dururken azl yapıyorduk.”
(Buhârî, Kitabünnikah 97. Bab hadis No. 137, 138)

“...Ebu Said el Hudrî şöyle demiştir:
“Biz Musta’lık oğulları gazvesinde birçok kadın esirlere kavuştuk. Bizler azl yapıyorduk. Bunu Rasülüllah’a sorduk. Rasülüllah üç defa: “Sizler hakikaten bunu yapar mısınız?” diye sordu da akabinde: “Kıyamet gününe kadar bu dünyada vücut bulacak her hayat sahibi, kurtuluş yok, muhakkak meydana gelecektir” buyurdu.”
( Buharî, Kitabünnikah, Bab, 97, Hadis 139)

Cabir b. Abdillah anlatıyor:
“Rasülüllah’a, Ya Rasülellah, azil yapardık. Ancak Yahudiler bunun, diri diri gömmenin başka bir şekli olduğunu söylüyorlar, dedik. Buyurdular ki: “Yahudiler yalan söylüyorlar. Allah çocuğu yaratmak istediyse, azil ona engel olmaz.”
(Tirmizi, III. 443)

Esma bint Yezid anlatıyor:
Rasülüllah şöyle buyurdu: “Çocuklarınızı gizlice öldürmeyin. Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, emziren kadının hamile kalması, süt emen çocuğa öyle bir zarar verir ki at sırtında koşturan ergin erkek olacak yaşa gelse bile yine onu tutar yere atar.”
(İbni Mace, 1, 648; Ebu Dâvud IV. 9)

Daha bir çok rivâyette, Peygamberimizin “Dilersen azl yap!” diyerek serbest bıraktığı yer almaktadır. Yine sünen kitaplarında Sahabeden yapılan nakillerde de sahabenin azl yaptığı, peygamberimizin bunu bilmesine rağmen engellemediği yer almaktadır. Hatta sahabenin, “Eğer azil sakıncalı olsaydı Kur’ân indiği sürede bize azil için yasak gelirdi” diyerek azlin (doğumun kontrolünün) sakıncasızlığına kâil olduğu bir çok kaynakta yer almaktadır. Ama olayların tetkikinden, Peygamber efendimizin bu olayı takrir etmesi, buna göz yummasının, kadının gebe kalmasının onun ölümüne yol açması ihtimali veya memedeki çocuğun ardından hemen ikinci bir çocuğun memedeki çocuğa zarar vermesi gibi zaruret durumlarında olduğunu anlıyoruz. Ayrıca, Ebu Said el Hudrî ve Cabir b. Abdillah rivayetlerinden tedbirin kaderi etkilemeyeceğini de anlıyoruz.

O takdirde şunu açıkça ifade edebiliriz:

İslâmî anlayışa göre, zaruretler ve hastalıklar dışındaki diğer sebepler anlamsızdır.
Hamileliğin başlangıcından 86 gün (yaklaşık üç ay) geçtikten sonra yapılan kürtaj kesin cinâyettir. Geniş bilgi “Kürtaj” konusunda verilmiştir.

Doğum kontrolü, normal şartlarda zararlı bir uygulamadır. Ama:

Hastalıkların çocuğa da geçebileceği düşüncesi. AİDS, verem vs.,
fazla çocuğun, ibadete ve ilme engel olacağı fikri,
yeni bir gebeliğin kadın için tehlikeli olması veya memedeki çocuğuna zarar verme durumu,
doğumu mümkün en iyi şartlara erteleme arzusu gibi zaruret ortamlarında yapılabilir.

Nesli korumak, onu güçlendirip gözetmek, onu rasgele çoğaltıp düzensiz ve gözetimsiz yetiştirmekten önce gelir.
Hamilelik müddeti genellikle dokuz ay olduğuna ve süt emzirmeyi tam olarak yapmak isteyen için bunun müddeti tam iki yıl olduğuna ve bu müddet içerisinde hamilelikten sakındırıldığına göre, iki kardeş arasında üç yıla yakın bir müddet olmalıdır.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

Ahkaf suresi âyet 15:

“Biz insana, anne-babasına çok iyi davranmasını önerdik. Annesi onu zahmetle taşıdı, zahmetle doğurdu. Taşıması ve sütten kesilmesi otuz aydır. Nihâyet yiğitlik çağına gelip kırk yıla erdiğinde şöyle der: “Rabbim; beni, bana ve ebeveynime verdiğin nimete şükretmeye, hoşnut olacağın iyi bir iş yapmaya yönelt. Soyum içinde, benim için barışı gerçekleştir. Sana yöneldim ben, sana teslim olanlardanım ben.”
Bakara suresi âyet 233:

“Anneler, çocuklarını - emzirmeyi tamamlamak isteyen kimseler için – tam iki yıl emzirirler. .........”
Süt emen çocuğun zarara uğramasından ve süt emziren kadının hamile kalmaması gerektiğinden söz eden hadisleri yukarıda sunmuş idik.
Tıp, bu müddete iki-üç yıl daha ilave eder ve bunun, kadının hamilelik ve süt emzirmekten dolayı kaybettiği gücünü geri alması için gerekli olduğunu söyler.
Böylece bu dönemde bebeğe gösterilmesi gereken önem ve ana ile babanın bebeklerine karşı takınacakları tavır konusunda Kur’ân ile Sünnet’te anlatılanlar birbirini desteklemektedir.
Bu gün bilimsel bir gerçek olarak, bebek için, anne sütünün hayvan sütlerinden ve her türlü mamadan daha üstün olduğu biliniyor.
Psikologlar da iki çocuk arasındaki ideal sürenin üç yıldan aşağı olmaması gerektiğini bildiriyorlar. Sanki Kur’ân’ı açıklıyorlar. Ve dünya üzerindeki istatistikler, âile fertlerinin miktarı ile çocuğun zeka seviyesi arasındaki ilişki ile, kardeşlerin sayısı ile zekaları arasında ters bir orantının varlığını göstermektedir. Yani kardeşlerin sayısı arttıkça zeka seviyeleri düşmektedir.
Kısaca demek istiyoruz ki, nesli korumak onu güçlendirtip gözetmek, onlara nitelik kazandırmak rasgele çoğaltmaktan önde gelir.
















KÜRTAJ

Kürtaj (curretage), kazımak demektir. Diş etlerindeki lezyonları temizlemeye de kürtaj denir. Jinekolojide kürtaj, rahimdeki bir dokuyu kazıyarak almak demektir. Bu gebelik ürünü veya tedavi maksatlı olabilir. Kanama bozukluklarında teşhis maksadıyla kısırlık araştırmalarında da kürtaj yapılabilir. Genellikle istenmeyen gebeliklerin sonlandırılması maksadı ile yapılır. Ama normalde kürtaj bir doğum kontrol metodu değildir.
Şekillenmenin erken evrelerinde veya daha sonra eğer uzman bir doktor cenin anne rahminden alınmadığı takdirde anne ve bebeğin ölümüne yol açacağı kararına varırsa, bu durumlarda kürtaj yapılabilir. Bu durumlarda, ceninin alınmasına izin verilir ve böylece annenin hayatı korunur. Bu kürtaj bir nevi tedavi olarak kabul edilir.
Erken evre nedir?

Kürtajın meşru olup olmadığının tartışıldığı gibi bu evrede bilginler arasında tartışılmıştır. Bunun sonucunda da birbirinden farklı görüşler çıkmıştır. Bu farklı görüşlerin nedeni de bize ulaşan bazın rivâyetlerin farklılığıdır. Ki şöyle rivâyetler vardır:
“İnsan, anne karnında nutfe olarak 40, kan pıhtısı olarak 40, et parçası olarak da 40 gün kalır. Bundan sonra ruh verilir.”

“Nutfe üzerinden 40 (bazı rivâyetlerde 42) gün geçtikten sonra Allah ona bir melek gönderir. O, nutfenin kulağını, gözünü, tenini, etini ve kemiklerini yaratır. Sonra melek der ki: Ey Allahım! Erkek mi kız mı? Sonra sırasıyla devam eder.”

Jinekoloji özel ihtisas konusu olan bir bilimdir. Özel ihtisas konularıyla ilgili Rasülüllah efendimizin ahkam yürüttüğü düşünülemez. (Özel ihtisas konusu olan konularla ilgili yapılmış rivâyetler uydurmadır. Rasülüllah ile alakası yoktur.) Özel ihtisas konularıyla ilgili bizzat Yüce Rabbimiz vahyler indirir. Bizi aydınlatır.
Biz bu konuda Kur’ânî bir yaklaşım ortaya koyacağız. Ki gerisi kendiliğinden açığa çıkar.
Yüce Rabbimiz bir nefsi/canı/kişiyi öldürmeyi kesinlikle haram etmiştir. Bu tartışılamaz.
Maide suresi âyet 32:

“..... Kim bir kişiyi, bir kişiye karşılık yahut yeryüzünde bir fesat sebebiyle olmaksızın öldürürse, insanları toptan öldürmüş gibidir. ..........”

Bizim açıklığa kavuşturmak istediğimiz, ana rahmindeki varlığın kişi/nefis sayılıp sayılmayacağı, sayılacaksa hangi evrenin sayılacağı. Hamileliğin ilk anından itibaren mi, kırk yada kırk iki günün ardından mı, üç aylık dönemin ardından mı, dört aylık dönemin ardından mı?
İşte bu soruların cevabını bulduğumuzda kürtajın hangi evreden sonra cinâyet sayılacağı açığa çıkacaktır.
Hacc suresi âyet 5:

“Ey insanlar! Ölümden sonra dirilme konusunda kuşku içinde olabilirsiniz. Ama şu bir gerçek ki, biz sizi bir topraktan, sonra bir spermden, sonra bir embriyodan, sonra ne olduğu kısmen belirli kısmen belirsiz bir et parçasından yarattık ki, size açık-seçik beyanda bulunalım. Ve sizi rahimlerde, belirlenen bir süreye kadar dilediğimiz şekilde bekletiriz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarırız. ........”

Mü’minun suresi âyet 13, 14:

“Sonra onu çok dayanıklı bir karargahta bir damlacık yaptık.
Sonra o damlacığı bir embriyoya dönüştürdük, sonra o embriyoyu bir et parçası haline getirdik, nihâyet o kemiğe de bir et giydirdik. Sonra onu bir başka yaratılışta yeniden kurduk. O yaratıcıların en güzeli Allah’ın kudret ve sanatı ne yücedir.”

Bu iki âyetten geçilen evreler hakkında çok net bir fikir edinebiliriz.
Sperm
Embriyo
Cenin
a) kemiklerin oluşumu
b) kasların oluşumu

Yeni bir yaratık

Burada açıkça görülmektedir ki, “Yeni bir yaratık” hemen gebelikle ortaya çıkmamaktadır. Evrimleşen biyolojik bir organizma olarak embriyo, insan olarak kabul edilmemelidir. Hacc suresi 5. âyetten de anlıyoruz ki, toprak, sperm, embriyo, et parçası (cenin) biz değiliz, bizim yaratılmış olduğumuz malzemelerdir, ham maddelerdir. Cenin evresindeki belli bir noktadan sonra nefis (kişilik) oluşmaktadır. Yeni yaratık (nefis/kişi/benlik kısacası biz) bu aşamalardan sonra oluşmaktadır.
İşte bu nokta ne zamandır? Bunu Kur’ân’dan bulalım.

Ahkaf suresi âyet 15:

“Biz insana, ana-babasına çok iyi davranmasını önerdik. Annesi onu zahmetle taşıdı, zahmetle doğurdu. Taşıması ve sütten kesilmesi otuz aydır. ..........”

Şimdi de Bakara suresi âyet 233:

“Anneler çocuklarını –emzirmeyi tamamlamak isteyen kimseler için- tam iki yıl emzirirler. ..........”
İki âyeti iyi anlarsak, birinci âyette hamilelik ile birlikte bakım süresinin otuz ay olduğu, ikinci âyette de maksimum bakım süresinin iki yıl olduğu bildirilir. İki yıl da 24 ay eder.
O zaman otuz aydan yirmi dört ayı çıkarırsak geriye altı ay kalır (30-24=6). Biliyoruz ki normal hamilelik dönemi normal şartlarda 9 ay ya da daha doğru bir ifadeyle 266 gün yani 38 haftadır.
Ceninin nefis/kişi olmaya doğru evrimleştiği kesin zamanı bulabilmek için hamilelik dönemini gün hesabından yapmalıyız. 6 ay 180 güne tekabül eder. Bu yüzden nefis/kişilik taşımadan geçtiğini kabul ettiğimiz hamilelik kısmı, 266-180= 86 gün eder. Demek oluyor ki Kur’ân âyetlerinin ışığında “ceninin nefis taşımamadan yani kişilik sahibi olmadan geçirdiği süre, gebeliğin oluşmasından itibaren 86 günlük bir dönemi kapsar.
Eğer ki kürtaj olayı hamileliğin 86. gününden sonra gerçekleşirse kesin olarak cinâyettir. Çünkü kadının rahminde nefis sahibi olmuş bir varlık, katledilmiştir.
İstenmeyen gebelikler doğum kontrolüne yönelik kürtajla engellenecekse mutlaka bu 86. gün içerisinde yapılmalıdır.
Tecavüz sonucu hamile kalanlar bu süre içerisinde gönül rahatlığıyla bu sıkıntıdan kurtulabilirler. Bu süre içinde (doktorların belirleyeceği sakıncalar hariç) dinen bir sakınca olmayacaktır.
Kürtajın riskleri gebelik büyüdükçe artar. Özellikle ileri safhadaki bir gebeliklerde kürtaj esnasında çok kanama olabilir. Kanama durdurulamaz ise tehlike arz edebilir. Onun için yapılacaksa kürtaj ilk aylarda (68. gün içinde) yapılmalıdır. Ülkemizde yasal sınır 10 hafta olarak belirlenmiştir.

Eğer ki kürtaj 68. günden sonra yapılırsa kesin olarak cinâyettir ve haramdır. Bu cinâyet ister annenin babanın etkisiyle, ister doktor müdahelesiyle, isterse dışarıdan birisinin saldırısıyla veya darbesiyle olsun fark etmez. (Bunlara, İmlas, İskat, İlka ve İhraç gibi adlar verilir.) Bu tür cinâyetlere Diyet öngörülmüştür. İslam fıkhında bu diyetin adı, Ğurre’dir. Ki erkek veya kadın bir kölenin azat edilmesidir. Bu miktar normal insan diyetinin ondabiri (1/10)dir. Rasülüllah bunu Benî Leyhan kabilesinden bir kadına uygulamıştır. Bu örnekten sonra da İslam halifeleri bu yoldan yürümüşlerdir.
O günün Ğurre’si bu güne göre düzenlenmek suretiyle Müslümanlar bilgilendirilmeli ve Müslümanlar arasında bu hüküm uygulanmalıdır.

NAMAZIN KAZASI OLMAZ


KAZA NAMAZI


Kazanın tarifi :

“Herhangi bir mazeret dolayısıyla asıl vaktinde yapılamayan ibadetin, vakit çıktıktan sonra başka bir vakitte yapılmasıdır.”

İşte ibadetin kazasının tanımı bu. Peki vaktinde kılınmayan namazın kazası olur mu? Diğer bir anlatımla; geçmiş namazlar kaza edilir mi? İşte bu konu Müslümanlar arasında, İslam`ın tasvip etmediği tarzda yanlış inanç ve amellerin oluştuğu bir konudur. Din adına toplumdaki bu yanlışın dinimizdeki esas şeklini açıklamak istiyoruz. O nedenle dinimizin ana kaynağı Kur’ân ve onu en iyi anlayan ve uygulayan Peygamber efendimizi dikkate alacağız.
Kur’an’ı kerimde vaktinde kılınmamış namazların kazasına dair açık bir âyet olmadığı gibi buna işaret edecek hiçbir işaret de söz konusu değildir.
Ancak Nisa suresi, âyet 43 :

“Ey iman edenler! Sarhoş iken ne dediğinizi bilinceye kadar, cünüpken de -yolculuk halinde olmanız dışında- boy abdesti alıncaya kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hastalanırsanız yahut yolculuk halinde bulunursanız ve yahut biriniz tuvaletten gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız, bütün bu durumlarda su da bulamamışsanız, temiz bir toprakla teyemmüm edin. Yani yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin. Allah Afüvv’dür, Gafür’dür.”
Allah-ü Teâla, görüldüğü gibi ‘Sarhoş iken ayılıncaya kadar namaza yaklaşmayın’ buyurur. Âyette geçen ’Sükâra’ sözcüğü sadece sarhoşluk anlamına olmayan, ‘bilincin, aklın bulanıklığı, uyuşukluğu’ anlamlarını da ihtiva eder. ’Bilinçli olmak’ ibadetin ana unsuru olduğundan, bilinçsiz iken namaza yaklaşmayın buyrulmaktadır. Bu nedenle namazı vaktinde kılmaya tek engel, bilinçsizliktir. Yani, uyku, unutmak, sarhoşluk, baygınlık, bunaklık ve deliliktir. Bunların dışında hiç bir koşulda namaz terk edilmez. Bu hallerden kurtulunduğu zaman kılınamamış namaz hemen kılınır. Aşağıda sünnet örneğine iyi dikkat edilmelidir.

Sünnet’te ise uykuda veya unutarak vaktinde kılınmamış namazın, uyanınca ve ya hatırlanınca, vaktin dışında hemen kaza edildiğini görüyoruz. Örnekler :

“Enes RA. anlatıyor: Rasulüllah As. buyurdular ki: Kim bir namazı unutacak olursa hatırlayınca onu hemen kılsın. Ona bundan başka keffaret yoktur.”

“Sizden biriniz namaz kılacak vakitte yatmış idiyse veya namaza karşı gaflet etmişse yani unutmuşsa, hatırlar hatırlamaz onu kılsın. Çünkü Allah, ‘Beni anmak için namaz kıl.’ (Ta ha Suresi âyet 14.) buyurmuştur.”

“Ebu Katade RA. anlatıyor: ‘Rasulüllah ile birlikte bir gece boyu yürüdük. Cemaattan bazıları:
“Ey Allah’ın Rasülü! Bize mola verseniz” diye istekte bulundu. Efendimiz:
“Namaz vaktine uyuyakalmanızdan korkuyorum” buyurdu. Bunun üzerine Bilal: ”Ben sizi uyandırırım” dedi. Böylece mola verildi ve herkes yattı. Nöbette kalan Bilal de sırtını devesine dayamıştı ki gözleri kapanıverdi, o da uyuyakaldı.
Güneşin doğmasıyla Rasulüllah uyandı ve :
“Ey Bilal! Sözün ne oldu? diye seslendi ve Bilal: “Üzerime böyle bir uyku hiç çökmedi” diyerek cevap verdi. Peygamber Efendimiz:
“Allah Teala Hazretleri, ruhlarınızı dilediği zaman kabzeder, dilediği zaman geri gönderir. Ey Bilal! Halka namaz için ezan oku” buyurdu. Sonra abdest aldı ve güneş yükselip beyazlaşınca kalktı, kafileye cemaatle namaz kıldırdı.”

Olay şudur:
Hayber’in fethinden Medine’ye dönen Müslüman kafilesi, yorgun ve uykusuzdur. Dinlenip biraz uyumak isterler. Uyanık durup da kafileyi uyandıracak nöbetçi de uyumuş olduğundan uyanıp sabah namazını vaktiyle kılamazlar. Sabah namazını kuşluk vakti kaza ederler.
Bu olay tüm sahih ve muteber hadis kitaplarında değişik rivâyet yoları ve ufak tefek farklılıklarla yer alır.

Bir başka örnek:“Cabir RA. anlatıyor: ‘Ömer, Hendek savaşında bir keresinde güneş battıktan sonra geldi ve Kureyş kafirlerine sövmeye başladı ve bu meyanda: “Ey Allah’ın Rasulü dedi, güneş batmak üzereyken ikindi namazını kılabildim.” Rasulüllah:
“Vallahi ikindiyi ben de kılamadım.” dedi. Beraberce kalkıp Butha’ya gittik. Orada efendimiz abdest aldı, biz de abdest aldık. Güneş battıktan sonra ikindiyi kıldı, sonra da akşamı kıldı."
Bu hadis de Kütübü Sitte dediğimiz sağlam ve muteber hadis kitaplarında değişik kişilerin rivâyetleriyle ve bazı ekleme ve çıkarmalarla yer alır. Ama işin özü bu.
“Nafi anlatıyor. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah bayılmış ve aklı gitmişti. Baygın iken kılamadığı namazı kaza etmedi.”
İmam Malik der ki: “Doğruyu Allah bilir ya, bana göre bu şundan ileri gelir: vakit çıkmıştır. Ama vakit içinde ayılan, o vaktin namazını kılar.”

“Yine Nafi anlatıyor :
“İbn-ü Ömer RA. dedi ki: ”Kim bir namazı unutur ve bunu imamın arkasında namaz kılarken hatırlarsa, imam selamı verince unutmuş olduğu namazı hemen kısın sonra da imamla kıldığı namazı yeniden kılsın.”
Son iki hadisi şerif, Kütübü Sitte’den Muvatta’da yer alır. İmam Şafii hariç tüm mezhep imamları da bu görüşü benimserler.
Sağlam kaynaklarda yer alan peygamberimize ait sözler ve uygulamalar bunlar. Efendimiz ve onun seçkin arkadaşlarının, keyfi olarak namaz kılmadıkları ve onları aylar, yıllar sonra kaza ederek ödedikleri vaki değildir. Bizlere düşen de onlara harfiyen uymaktır.

Bu konu, tüm din bilginlerince epey tartışılmış bir konudur. Bizim sunduğumuz görüş bu tartışmaların neticesi olmakla birlikte en sağlamının da olduğuna kâniyiz.
Konunun teknik açıklamalarına geçmeden, evvela biz kaza namazını kılacak Müslümanın da bir portresini çizelim:
“Anadan doğma Müslüman, çoğu hacı - hoca çocuğu, sağlıklı, genç, dinamik, aklı başında, vakti bol, ama kırkına kadar namaz kılmamış, belki bayramdan bayrama veya cumadan cumaya kılmış. Şimdi geçmişteki kılmadıklarını kılmak istiyor veya kılıyor.”
Yukarıda kazanın tarifini verdiğimiz de ‘Bir mazeret nedeniyle’ ifadesine yer vermiştik. Kur’ân’ı kerime ve peygamberin sünnetine dikkat edilirse, akılsızlığın dışında namaz kılmamaya herhangi bir mazeret veya verilmiş bir ruhsat olmadığını görürüz. Halbuki oruç için ruhsat vardı. Mesela :
Bakara suresi, âyet 183-185 :
“Ey iman sahipleri! Oruç, sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sizin üzerinize de yazılmıştır. Bu sayede korunmanız umulmaktadır.
Sayılı günlerdir. Sizden kim hasta olursa ve ya yolculuk halinde bulunursa tutamadığı gün sayısınca başka günlerde tutar. Oruca zorlukla dayananlar üzerine düşen, fidye olarak, bir yoksulu doyurmaktır. Kim bir mecburiyeti olmaksızın içinden gelerek iyilik yaparsa bu onun için daha hayırlı olur. Ve oruç tutmanız, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır.
Ramazan o aydır ki; insanlara kılavuz olan, iyi-kötü ayırımıyla hidâyetten kanıtlar getiren Kur’an onda indirilmiştir. O halde bu aya ulaşanınız onu oruçlu geçirsin. Hasta olan veya yolculuk halinde bulunan, tutamadığı gün sayısınca başka günlerde tutsun. Allah sizin için kolaylık ister; o sizin için zorluk istemez. Tutulmamış olan günleri tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiği için Allah`ı yüceltmenizi ister. Ve sizin şükretmeniz umulur.”
Dikkat edilirse orucun kazaya bırakılması ancak, hastalık ve yolculuk mazeretleri nedeniyle olabiliyor. Keyfi olarak vaktinde tutulmayanları da kaza etme ruhsatı verilmiyor. Mazeretsiz keyfi olarak bırakılan ibadetin kazası olmaz cezası olur. Bu suç da Allah ile kulu arasında olduğundan kulun Tevbe etmesi gerekir. Allah dilerse kabul eder dilerse red eder.
Kaza namazının olabileceğine inananlar bunu orucun kazasına GIYAS etmek suretiyle yapmaktadırlar. Halbuki oruç ve namaz birbirine gıyas edilemez. Mahiyetleri ve amaçları farklı farklı olması nedeniyle gıyasdaki ana neden, ortak illet burada söz konusu olamaz. Ayrıca ‘Gıyas’ kesinlik ifade etmez, Zanni bir delildir. Zannın ise dinde herhangi bir değeri yoktur. Zann üzerine İnanç ve amel kurulmaz. İşte Allah’ın beyanı :
Yunus suresi, âyet 36 :

“Onların çoğu zanndan başka bir şeyin ardından gitmiyor. Doğrusu da şu ki zann, hakktan hiç bir şey ifade etmez. Allah onların yaptıklarını iyice bilmektedir.”

Yine Yunus suresi, âyet 32 :

“İşte bu Allah’tır sizin Hak Rabbiniz. Hakk’tan sonra sapıklıktan başka ne vardır ki ? Peki nasıl oluyor da yüz geri döndürülüyorsunuz ?”

Maide suresi, âyet 77 :

“De ki: “Ey ehli kitap! Dininizde azgınlık edip Hakk dışına çıkarak aşırılığa gitmeyin. Daha önce sapmış, bir çoğunu saptırmış ve yolun denge noktasından uzağa düşmüş bir topluluğun keyiflerine uymayın.”
Halbuki yukarıda da görüldüğü vechile oruç, hastalık ve yolculuk mazeretleriyle kazaya bırakılıyordu. Keyfiliğe hiç değinilmiyordu. Halbuki namaz öyle değil. Namaz hiçbir mazeret nedeniyle kazaya bırakılamaz. (Sadece ‘Uyku, Unutmak, bayılmak, sarhoşluk, bunamak, delirmek gibi yükümlülüğü düşüren mazeretler hariç.`) Bu mazeretler nedeniyle vaktinde kılınmayan namaz ise bu bilinçsizlik durumu geçer geçmez, yani ne yaptığını ve ne dediğini bilebilir duruma gelindiğinde hemen kılınır. Bu zihinsel özür kerahet vakti dediğimiz vakitlerde bile geçerse, kılamamış olduğu namazı hemen kılar.

Namazın önemini konu alan âyetlere dikkat edelim:

Bakara; 238, 239 :

“Namazları ve vusta namazı koruyun. Tam bir saygıyla Allah’ın huzurunda kıyam edin.
Bir korku ve endişe duyarsanız yürüyerek veya binit üzerinde (kılın). Güvene kavuştuğunuzda bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah’ı anın. “

Birinci âyette geçen “Vusta Namaz” ifadesi Müslümanlar arasında tartışılan bir ifadedir. Fıkıh ve tefsir (!) kitaplarına bakıldığında iyice anlaşılamamış bir mesele olduğunu görülür. Kimine göre sabah namazıdır, kimine göre ikindi namazıdır, kimine göre de öğle namazıdır. Bu konuya ait sitemizde özel bir makale bulunmaktadır. Lütfen onu okuyunuz.
Al-i İmran suresi, âyet 191:

“Aklı ve gönlü işletenler o kişilerdir ki, ayakta, otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler. Ey rabbimiz! Sen bunu boşu boşuna yaratmadın. Şanın yücedir senin. Ateş azabından koru bizi.”

Nisa suresi, âyet 101-103 :

“Gaza niyetiyle yeryüzünde dolaştığınız zaman, küfre sapanların size tedirginlik vermelerinden korkarsanız, namazı kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şu bir gerçek ki, küfür içinde olanlar sizin için açık bir düşmandır.
Sen içlerinde olup onlara namaz kıldırdığın vakit, içlerinden bir gurup seninle namaza dursun; silahlarını da alsınlar. Bunlar secdeye varınca, diğerleri arkalarında beklesinler. Sonra namaz kılmamış olan diğer gurup gelip seninle birlikte kılsınlar. Dikkatli olsunlar, silahlarını yanlarına alsınlar. Kafirler isterler ki, silahlarınızdan ve teçhizatınızdan habersiz olasınız da üstünüze çullanıversinler. Eğer yağmurdan gelen bir sıkıntı varsa yahut hasta-yaralı iseniz silahlarınızı bırakmakta bir sakınca yoktur. Ama tedbirinizi alın, dikkatli olun. Allah, kafirler için rezil edici bir azap hazırlamıştır.
Korku halindeki namazı tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükunet bulduğunuzda, namazı tam bir biçimde yerine getirin. Namaz müminler üzerine vakti belirlenmiş bir farz olmuştur.”

Meryem suresi, âyet 59 :

“Ama arkalarından öyle bir nesil geldi ki; namazı yitirdiler, şehvetlerine uydular. Bunlar azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.”

Ta ha suresi, âyet 132 :

“ailene namazı emret, kendin de ona sabırla devam et. Biz senden rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırıyoruz. Sonuç Takva’nındır.”

Nur suresi, âyet 37 :

“Öyle erkekler vardır ki, ne bir ticaret ne bir alış veriş onları Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekat vermekten alıkoyamaz. Onlar, kalplerle gözlerin döneceği günden korkarlar.“

Yukarıda sunduğumuz âyetlerde görüyoruz ki, Müslüman her türlü koşullar içinde namazı vaktinde kılacak. Herhangi bir nedenle başka zamana bırakılmasına asla ve asla ruhsat yok. Yani namazı kılmaya hiçbir şey engel değil, namaz kılmamaya hiçbir şey mazeret değil:
Ne iş-güç, ne alış-veriş, ne işçilik-patronluk, ne yolculuk (yolcu kısaltabilir ama terk ya da te’hir edemez.) ne esirlik ne askerlik, ne savaş (cephede düşmanla yüz yüze iken bile), ne hastalık, ne hayız, ne nifas (kadınların kanamalı dönemleri), ne dermansızlık, ne ihtiyarlık, ne mal-mülk, ne çoluk-çocuk, ne abdest almak için suyun yokluğu (teyemmüm çare oluyor.) Kısaca hiçbir şey...
Sonuç şu dur ki, Mükellefiyeti düşüren sebepler (uyku, unutmak, bayılmak, bunamak, delirmek gibi zihinsel gerekçeler) olmadan, aklı başında olan hiçbir insan namazını kazaya bırakamaz. Bırakırsa keyfi olarak bırakılan namazın kazası olmaz cezası olur.

Namaz niçin bu kadar önemlidir ?

Bu sorunun cevabını verebilmemiz için önce insanı tanımamız lazım. Kendi gözlemlerimizin ötesinde, Allah’ın açıklamalarına yani Kur’ân’a başvuralım.

Nisa suresi, âyet 26-28 :

“Allah size açıklamalar sunmak istiyor. Sizi, sizden evvelkilerin yol ve yasalarından haberdar ediyor. Size tevbe nasip ediyor. Allah her şeyi bilir, tüm hikmetlerin sahibidir.
Allah sizin tevbenizi kabul etmek istiyor. Şehvetlerine uyanlarsa sizin büyük bir sapışla sapmanızı isterler.
Allah size hafiflik getirmek istiyor. Çünkü insan çok zayıf yaratılmıştır.”

İbrahim suresi, âyet 34:

“Kendisinden istediğiniz her şeyden size bir parça verdi. Allah’ın nimetini saymaya kalksanız, sayıp bitiremezsiniz. Doğrusu şu ki insan gerçekten çok zalim, çok nankördür.”

Hud suresi, âyet 9,10 :

“İnsana bizden bir rahmet tattırıp sonra onu ondan çekip alsak, insan elbette çok ümitsiz, çok nankör bir hale düşer.
Ve eğer ona,kendisine gelip çatan bir zorluk ve kederden sonra bolluk ve nimet tattırsak, hiç kuşkusuz şöyle diyecektir: “Tüm sıkıntı ve kötülükler benden uzaklaşmıştır.” Bu durumda o, bir sevinç delisi, bir kendini beğenmiş olur.”

İsra suresi, âyet 67 :

“Denizde size bir zorluk dokunduğunda, O’nun dışındaki tüm yalvardıklarınız ortadan kaybolur. Fakat o, sizi kurtarıp karaya çıkarınca yüz çevirirsiniz. insan çok nankördür.”

Yine İsra suresi, âyet 100:

“De ki: ”Eğer Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o zaman da harcanır, biter korkusuyla cimri davranırdınız."İnsan, çok cimridir.””

Nahl suresi, âyet 4 :
“İnsanı bir spermden yarattı. Bir de bakmışsın insan, açıkça kafa tutan bir hasım oluvermiştir.”

Rum suresi, âyet 54 :

“Allah O’dur ki, sizi bir güçsüzlükten yarattı. Sonra bu güçsüzlüğün arkasından bir kuvvet oluşturdu. Sonra o kuvvetin arkasından bir güçsüzlük ve ihtiyarlığa vücut verdi. Dilediğini yaratır. Alim’dir O, Kadir’di.”

Fussılet suresi, âyet 49 :

“İnsan, hayır istemekten bıkıp usanmaz. Kendine bir şer dokunmaya görsün; hemen ümidini keser, yıkılır.”

Meariç suresi, âyet 19 :

“İşin gerçeği şu ki insan; aceleci, hırslı, sabırsız, tahammülsüz yaratılmıştır.”

Adiyat suresi, âyet 6 :

“İnsan rabbine karşı gerçekten çok nankördür.”

Al-i İmran suresi âyet 14 :

“Kadınlara, oğullara, altın ve gümüşten oluşturulmuş yığınlara, salma atlara, davarlara ve ekinlere tutkunluk sevgisi, insanlar için süslenip püslenmiştir. Tüm bunlar geçici-iğreti hayatın nimetidir. Allah’a gelince, varılacak yerin en güzeli onun yanındadır.“
Gördüğümüz gibi, insan zalim, nankör, cimri, zayıf, aciz, hırslı, huysuz ve şehvet perest olarak yaratılmış. Allah`ın razı olmayacağı bu çirkinliklerden insanın arınması lazım geliyor. Onun için insan eğitilecek. İnsan bu mikroplardan temizlenecek. Ve erdemli birisi olarak yaşamını sürdürecek.
İnsanı mikroplardan arındıracak ilaç, manevi gelişmesini, sağlıklı beslenmesini sağlayacak gıda, iyi bir insan olmasını sağlayacak eğitim aracı namazdır.
Bunu da yine Kur’ân’dan inceleyelim.

Nur suresi, âyet 21 :

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse, şeytan ona iğrençlikleri ve kötülüğü emreder. Allah’ın lütuf ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, içinizden tek kişi bile sonsuza dek temize çıkamazdı. Ama Allah dilediğini arıtıp temizliyor. Allah her şeyi işitiyor, her şeyi biliyor.”

Hud suresi, âyet 114 :

“Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın saatlerde namaz kıl. Güzellikler kötülükleri silip süpürür. İşte bu Allah’ı ananlara bir öğüttür.“

Ankebut suresi, âyet 45 :

“Kitap’tan sana vahyedileni oku. Namazı da kıl. Çünkü namaz, çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. Elbette ki Allah’ın anılması daha büyüktür. Allah neler yaptığınızı biliyor.”

Ahzap suresi, âyet 33 :

“Evlerinizde oturun. İlk cahiliye yürüyüşü gibi kendinizi teşhir ederek yürümeyin. Namazı kılın, zekatı verin, Allah`a ve Rasülüne itaaat edin. Allah sizden kiri-lekeyi gidermek istiyor ey ehli beyt, sizi tam bir biçimde temizlemek istiyor.”
Görüldüğü gibi namazın niçin farz edildiği, niçin namaz kılmamız lazım geldiği ve namazın ne işe yaradığı bu âyetlerden açıkça anlaşılıyor. Yani bizim eksiklerimizi tamamlayacak olan namazmış, bizim manevi dertlerimizin ilacı namazmış, manevi temizliğimizin sabunu, deterjanı, namazmış. Ve de manevi gelişmemizi sağlayan gıda da namazmış.

Namazın kazası niçin olmaz ?

Âyeti celilerden anlıyoruz ki, insanın bu ilaç ve gıdaya Müslümanlığa adım attığından itibaren gereksinimi vardır. Nasıl ki, maddi hayatlarında büyüme ve gelişme çağlarında yeterli, dengeli beslenmeyi yapamayanlar hastalıklı, cılız, güçsüz olurlar, manevi gıda ve ilaçlarını düzenli almayanlar da manevi açıdan sağlıksız olurlar. Yani, cahil, zalim, cimri, şehvet perest, nankör, aciz, hırslı, huysuz zayıf, egoist, tembel, vahşi, sadist ve diğer tüm kötü huyların sahibi olurlar.
Öyleyse maddi bedenin gelişmesi için günde üç öğün yemek yeniyorsa, manevi varlığın da gelişmesi için üç vakit namaz kılınması gerekiyor. Bu manevi gıda (Namaz) öğün/vakitlerinde alınmazsa/kılınmazsa insan sağlıksız olur.
İşte gıdasını zamanında düzenli almamış, hastalıklara karmış bir insana, yıllar sonra, vaktinde yemediği güçlü besinleri toptan yedirmek, üç öğün yerine mesela otuz üç öğün yemek yedirmek o insanı güçlü ve sağlıklı bir insan yapmıyorsa ve vaktinde almadığı ilaçlar yıllar sonra topluca kullanıldığında tedavi etmiyorsa, vaktinde mazeretsiz, keyfi olarak kılınmamış namazlar da daha sonra toptan kılınmasıyla insanın geçmişini temizlemez sağlıklı bir duruma getirmez.
Keyfi olarak vakitlerinde kılınmamış namazların kazası olmaz, cezası olur. Onun için tevbe edilmesi gerekir. Allah’tan afv ve mağfiret dilenmesi icap eder.
Kılınmamış namazları Allah’a ödenmemiş bir borç kabul edip sonra da topluca kılıverip, ‘ben namazlarımı kaza ettim, namaz borcum yok’ gibi ödeşme mantığı, namazın farz oluş gayesine terstir, namaz esprisine aykırıdır.
Namaz vaktinde kılınırsa hedefini bulur, gayesine ulaşır. İnsanı temizler, geliştirir, olgunlaştırır .
Bu açıklamalarımız yanlış anlaşılmamalı ve çarpıtılmamalıdır. İnsan çetele tutmadan, boş olduğu zamanlarda Allah’ın rızasını kazanmak ve onu memnun kılmak için (Borç alış verişi, ödeşme olmadan.) bol bol nafile namaz kılmalıdır. Vaktinde kılmadığı namazlar için ise Allah’a çok çok tevbe etmelidir.

Bakara suresi, âyet 275 :

“O ribayı yiyenler, şeytanın bir dokunuşuyla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu böyledir, çünkü onlar, ”alış-veriş de riba gibidir” demişlerdir. Oysa ki Allah, alış-verişi helal, ribayı haram kılmıştır. Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah’a kalmıştır. Kim ki yeniden dönerse, işte o dönenler ateşin dostlarıdır. Sürekli kalacaklardır orada.”

CUMA NAMAZI MESELESİ

CUMA

(Yerel Gündem Toplantısı)



Cuma ’nın sözlük anlamı: Cumua kelimesi, Cem’a kökünden türemiş bir sözcük olup, toplamak, bir araya getirmek anlamına gelir. Burada ‘Yevmü-l Cumua’ , terkip/tamlama halinde olup Toplantı Günü demektir.
‘Cuma günü’ tarzında mânâlandırmak, Arapça iki kelimenin birini Türkçeleştirip birini yine Arapça bırakmak olduğundan, böyle bir uygulama hem yanlış olur hem de binlerce senedir olduğu gibi anlam saklanmış olur. Bu da bir çok yanlış inanç ve ameli beraberinde getirir.


Tarihçesi:

Bugünkü Yevmü-l Cumua/Toplantı günü dediğimiz güne eskiden Araplar yevmül arube/yedinci cennet günü derlerdi. Peygamber efendimiz henüz hicret etmeden Yesrip (Medine’nin o zamanki adı)li Müslümanlar Es’ad İbnü Zurara ile birlikte toplanıp, namaz kılar ve istişarede bulunurlardı.
Yahudiler ve Hıristiyanlar haftada bir gün toplanıyorlar, bizde haftada bir toplanalım diye karar alıp toplanmaya başladılar. Ve toplantı gününün haftanın altıncı günü (bize göre beşinci gün) olmasına karar verdiler. Çünkü o gün Yesrip’te pazar kuruluyor; çevreden, yakın mesafelerden halk pazara geliyordu. Böylece toplantıya katılım daha çok olacaktı. İşte böylece yevmül arube, yevmül cümüa/toplantı günü oldu. Sonradan eski adıyla değil de yeni adı söylenir oldu. Asrı saadetten sonra maalesef kavram ve amacı yozlaştırıldı.

Vucubunun şartları/zorunlu görev olmasının koşulları:

Tüm fıkıh kitapları ve ilmihal kitaplarında bu şartlar :
· Erkek olmak
· Hür olmak
· Şehirde oturmak
· Sıhhatli olmak
· Güvende olmak ; tarzında açıklanır.
Erkek olma koşulunun, uydurma ve yanlış olduğunu aşağıdaki bölümlerde geniş bir biçimde açıklayacağız.

Hürriyet/özgürlük: Fıkıh ve İlmihal kitapları bu kavramı köle olmayanlara, özgür insanlara farzdır diye açıklamışlardır. Halbuki Hürriyet kavramı sadece esâreti, köleliği ifade etmez. Düşünce ve ifade özgürlüğünü de kapsar. (Bu gün kölelik zaten kalmamıştır. Bu insanlığın yüz karası uygulamanın ortadan kaldırılması şerefi Müslümanlara değil maalesef Müslüman olmayanlara aittir.) “O toplantıda herkes özgürce fikrini beyan edecektir. Kimsenin fikri, düşüncesi asla kısıtlanmayacak, sansür edilmeyecek, fikrinden dolayı kimse takibata uğramayacaktır.” demektir.

Şehirde ikamet : Yani toplantı beldenin yerli nüfusuna zorunlu görevdir. Misafirler için zorunlu görev değildir. Çünkü dışarıdan geçici olarak gelenler o beldenin sorunlarını bilemezler. Onun için onun tartışmasına katılmasalar olur. Katılırlarsa da dinleyici sıfatıyla bulunup bilgilenirler. Beldenin kendi sakinleri kadın-erkek toplantıya katılmak zorundadırlar.

Sağlıklı olmak, kör, topal olmamak ve güvenlik şartlarını ise açıklamaya gerek yok. Bunlar ise her işte önemsenen hususlardır.

Cuma/toplantının uygulanması:

Cumaya katılmanın zorunluluğu bir yana Rasulüllah efendimiz, toplantıya hazırlık için de çok önemli öneri ve uygulamalar getirmiştir. Bu öneri ve uygulamaları tüm hadis kitaplarında vardır. Özetle:
Evinde boy abdesti /gusül alıyor, (herkese de öneriyor, özellikle boy abdestinin cünüplükten çıkmak için alınmış olmasını istiyor. Yani Cuma/Toplantıya çıkmadan evvel cinsel ilişkide bulunup iyice yıkanın toplantıya gelin buyuruyor.) Beyaz ve temiz elbisesini giyiyor. (Cuma/toplantı için iş elbisesinin dışında özel toplantılarda giyilecek, bayramlık tabir ettiğimiz cinsten herkesin bir elbisesi olsun arzuluyor.) Güzel kokular sürünüyor. (herkese güzel koku önerdiği gibi, soğan ve sarımsak yemiş olanların ağzı kokar bir durumda, hayız elbiseli, elbisesi lekeli olan kadınların toplantıya katılmalarını istemiyor.)
İşte bu koşullar ve pozisyonda Müslümanlar, toplantı mahalline, musallaya/mescide toplanıyorlar.


Cuma’nın/toplantının edası/uygulanması için şartlar:

1. Veliyyül emir :
Yani Cuma’yı/toplantıyı resmi otoritenin başı, devlet başkanı ya da naibi/yetkilendirdiği birisi kıldıracak/yönetecek.

2. İzn-i âmm :
Cuma/toplantının yapılacağı yer herkese açık olacak. Mülki âmirin izin verdiği yerde (miting izni gibi) uygulanacak.

Bu iki şart bugünkü siyasi yapı gereği uygulama imkanı olmayan şeylerdir. İşin aslında böyle şartlar İslam’da yoktur. Müslümanlar nerede olsa toplanır; (ilk Müslümanlar koyun ağılında toplanmışlardı.) Cuma/toplantı başkanını (kongre divan başkanını) aralarında tayin eder; “Allah’ın anılması” işini icra eder, yeryüzüne Allah’ın nimetlerini aramaya dağılırlar. İslam Allah’ın koyduğu sınırlarda yaşanır. Asla onun bunun himmeti ve verdiği izin kadar yaşanmaz.
Bu iki şartı, resmi otorite, mülki idareye bağlayanlar, laik sistemde işin içinden çıkamamışlardır. İnançları gereği “Bu şartlarda Cuma kılınmaz” diyemedikleri gibi kıldıkları Cuma’nın kabul olmama endişesini de içlerinden atamamışlardır. Onun için iki rekat namaz ve hutbe/Allah’ın anılmasından ibaret olan Cuma/toplantıyı hutbe ve on altı rekata çıkarmışlardır. On altı rekata nasıl niyet edileceğini ise bir türlü kitaba sığdıramayıp ikna edici bir cevap bulamamışlardır.
Bu şartlar, Peygamber sonrası Müslümanları kontrol altında tutma çabası gösteren siyasi kadrolarca İslam’a sokulmuş. arı, duru, Allah’a ait İslam; Arap, Acem, Selçuklu, Osmanlı Müslümanlık’ı olarak dejenere olmuştur. Abant konsülünden sonra da Türk Müslümanlığı olarak yozlaştırılmak istenmektedir.
Her Müslüman bu toplantının doğal üyesidir. Hiçbir Müslüman’a katılımda kısıtlama konamaz. Herhangi bir nedenle katılımı kısıtlanmış kişiye katılmadığı için sorumluluk yoktur. Ama mazeretsiz olarak ard arda üç Cum’a’ya/toplantıya katılmayanları Peygamber efendimiz münafık ve kalbi mühürlü olarak nitelendirmiştir.

3. Vakit :
Bu günkü uygulamada haftanın beşinci günü Yevm-ül Cumua’dır. Yani Toplantı Günü’dür.

Haftanın beşinci günü olmasını Allah cc. tespit etmemiştir. İlk Cuma’yı uygulayan Medineli Müslümanlar içerisinde bulundukları sosyal ve ekonomik şartları dikkate alarak haftanın bize göre beşinci gününü (Araplara göre altıncı gün. Çünkü Araplarda haftanın birinci günü pazardan başlar.) Yevm-ül-Cumua /Toplantı Günü olarak kararlaştırmışlardır. O günden bu güne de aynı uygulamalar devam edip gelmektedir. Her hangi bir bölgedeki Müslümanlar şartları gereği bu Yevm-ül Cumua’yı/Toplantı Günü’nü haftanın başka bir gününde uygulamayı uygun bulurlarsa buna da saygı duymak gerekir.
Allah Cc. Cumua suresi, 9. âyet:

“ Ey inananlar ! Toplantı Günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, Allah’ın anılmasına koşun. Alış verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.”

diye günün tümünü işaret ettiğine göre, günün beş vaktinden her bir vaktinde Cuma/Toplantı uygulanabilir. Bunu da yine bölge Müslümanları sosyal ve ekonomik bölgesel koşullarına göre ayarlayabilirler. Bu güne kadarki gün ve saat uygulamaları bir teâmül (genel uygulama) dür. Allah Cc. tarafından tespit edilip zorunlu tutulmamıştır.

Yine fıkıh kitapları bu vakti Cuma/toplantı gününün öğle vakti olarak şartlandırsalar da Resulüllah S.v. in, öğleden evvel, öğlen sonrası uyguladığı sahih (güvenilir) hadis kitaplarında var. Ayrıca, âyet-i celilede ‘yevmül Cuma/toplantı günü’ ifadesi yer aldığına göre günün herhangi bir saatinin olabileceğine ilâhi bir işaret vardır. Cuma/toplantı gününün tayiniyle ilgili açıklamayı yukarıdaki kısımlarda yapmıştık.

4. Cemaat :

Bu kavram ekoller/mezhepler, imamlar/din önderleri arasında tartışılmış; peygamber döneminden gelen haberlere göre kimi üç kişi kimi yedi kişi, kırk kişi olmalı demiş. Bu ifadelerin kaynağında üç kişiyle de yedi kişiyle de kırk kişiyle de uygulandığını anlıyoruz. Ama işin özü; Arapça’daki çoğul ifade eden sayıdır: O da ‘ÜÇ’tür. Âyet-i celile çoğul olarak “Allah’ın zikrine koşunuz” diye hitap edildiğine göre çoğulun en küçüğü ele alınıp toplantıda bulunması gereken Müslümanlar ister kadın, ister erkek, ister kadın erkek karışık olsun en az üç kişidir.


5. HUTBE :

Hutbe, âyette geçen zikrullahtır/Allah’ın anılmasıdır.
Bu mezhepler/ekoller ve mezhep içi imamlar/din bilginleri arasında değişik şekillerde yorumlanmıştır. Halbuki Zikrullah/Allah’ı anmak ameli/eylemi idrak edilse, hiç yoruma ihtiyaç olmadığı anlaşılır.
En güzel anlayışı İmam-ı Azam Ebu Hanife yapmış. O hutbe ‘Zikrullahtır/Allah’ı anmaktır.’ demiş. Ki doğrusu da âyetin açıkça beyanıyla budur.
Ama bizimkiler bunu, “imam minbere çıkıp ‘Allah’ deyiverse hutbe tamam olur” diye anlamışlar. (zikrullah/Allah’ın anılması işini lütfen iyi anlayıp kavrayalım!!) Hutbe, aşağıdaki toplantının amacı adlı parça ile izah edilecektir.
Hutbe belirli bir gündemle icra edilir. Hutbeyi okuyan bir nevi kongredeki DİVAN BAŞKANI görevini yürütür. Herkesin söz hakkı vardır. Hem de sansürsüz. Orada görüşülen her konu Zikrullah’a yönelik ve de “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.” anlayışı çerçevesinde olduğundan hiçbir Müslüman görüş ve eleştirisinden ötürü takibata alınmaz, ayıplanmaz. Tam bir dokunulmazlık hakkına sahiptir.’ .Mescidde dünya kelâmı konuşulmaz; hutbe esnasında konuşulmaz vb. ilmihallerde yer alan bu ifadeler, eleştiriye tahammül gösteremeyen güçler tarafından para karşılığı uydurtulmuş şeylerdir. İslâm’ın aslı ile hiç alakası yoktur. Aktif ve cevval, uyanık olmaları lazım gelen Müslümanların pasif birer koyun sürüsü haline getirilmesi için yapılmış bir cinâyettir ki bu gün buna muvaffak olmuşlardır. Mescitlerde cemaatın katılımı yoktur. İmam bildiğini okur, yalan ve yanlış da olsa. Tur dağına Musa’yı, gök yüzüne İsa’yı, Mi’rac’a Muhammed Mustafa’yı çıkarsa da ses çıkarılmaz, ana avrat sövse de ses çıkmaz cemaattan. Halife Ömer R.a. hutbe okurken ‘Susun ve beni dinleyin’ dediğinde, ’Üzerindeki elbiseyi nerden bulduğunu, nasıl ona sahip olduğunu bize açıklayıp bizi ikna etmeden sana itaat etmeyiz’ diyen erkek cemâat da, ‘Rasülüllah’ın bize verdiği Mehir haklarında sen nasıl kısıtlamaya gidebilirsin ?’ diye itiraz eden kadın cemâat da tarih oldu.


6. Mısır / Yerleşim birimi :

Her yerleşim alanında Cuma /toplantı yapılır. Köyde ve kentlerde. Mahalle ve mezralarda, geçici kamplarda yapılmaz. Her yerleşim biriminde tek bir yerde Cuma/Toplantı icra edilir. Bu günkü her yerde her yüz metrelik mesafede bir Cuma /toplantı, YANLIŞTIR. Bir beldenin her camisinde ayrı ayrı Cuma/Toplantı, cuma/toplantının amacına aykırıdır. Böyle uygulamalardan maksat hasıl olmaz. Konu fıkıh kitaplarında uzun uzun anlatılır. Bir belde de bir den fazla Cuma kılınacak olursa ilk Cuma’ya başlayan cemâatın Cuma’sı kabul olur; diğerlerinki olmaz denir. Özellikle İmam-ı A’zam Ebu Hanife, bir beldede değişik yerlerde birden fazla cemaat olunup Cuma kılınamaz derken, Hanefi mezhebinden olduklarını iddia eden ahmakların, diğer ekollerden daha çok bu hatayı yapmaları da dikkat çekicidir.


Cuma/toplantıya katılmak zorunluluğu:

Cumaya/toplantıya katılmak kadın ve erkek, bedenen ve aklen sağlıklı her erişkin Müslüman’a farzdır. Zorunlu görevdir. Allah Cc.

Cuma Suresi, 9. âyette :

“Ey inananlar! Toplantı günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, Allah’ı anmaya koşun. Alış verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.”

buyurur. Ayrıca Rasulüllah muhtelif hadisi şeriflerinde ‘üç Cumayı/toplantıyı art arda mazeretsiz terk edenin kalbinin mühürlendiği/münafık sayılacağını buyurur. Ayrıca Cuma/toplantıya gelmeyenin bir altın lira sadaka vermesini emreder. Bir yandan da Cumaya/Toplantıya erken gidenlerin geç kalanlardan daha çok sevap alacağını bildirir. Cuma/toplantıya teşvik ve gelmeyenleri azar konusunda bir hayli hadisi şerif var. Kitaplardan okunabilir.


Cuma/toplantı kadınlara da farzdır/zorunlu görevdir:
Fıkıh ve İlmihal kitaplarında Cuma namazı kadınlara farz değildir diye yazar. Ama bu yanlıştır, hem de çok yanlıştır. Bu konu ‘Dinimiz İslam’da kadının yeri’ adıyla tarafımızdan genişçe incelendi. Oradan tetkikinde de fayda var. Yine de ana hatlarıyla konuya kısaca değinelim:
Allah’ü Teala tüm emir ve yasaklarını milliyet, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmadan genel ve mutlak olarak bildirmiştir. O nedenle İslam dini Fıtrat dinidir ve EVRENSELDİR. Her milleti, her ırkı, her cinsi ve her ülkeyi aynen kapsar. Kulluk ve görev yükleme Vs. yönünden kadını erkekten ayırmamıştır. Kadını asla ikinci sınıf insan ve aklı ve dini noksan Müslüman yerine koymamıştır. (bu tarz kabuller hainler tarafından İslam’a sokulmak istenmiş; maalesef gafiller tarafından da kabul görmüştür. Bu tip inanç ve kabul büyük bir ihanet ve cinâyettir.)
Kur’ân-ı kerimde kadının cumaya/toplantıya katılmamasını açıkça veya işaret yoluyla isteyen, kadınlara farz olmadığını açıklayan hiçbir âyet yoktur. Cuma suresi 9. âyeti tekrar gözden geçirirsek:
‘Ey İnananlar ! Toplantı günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, Allah’ı anmaya koşun. Alış verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.’

diye, Allah Cc. kadın ve erkek, cinsiyet, milliyet ayırımı yapmadan her inanana sesleniyor. Herkesi bu işe görevlendiriyor.
Hadisi şeriflere ve İslam Tarihi’ne bakarsak Peygamber efendimizin kadınların mescitlere gitmelerini ve eşlerinin bu duruma engel olmamalarını istediğini ve Müslüman kadınların belirli bir zamana kadar (Emeviler dönemi) Cuma /Toplantı ’lara iştirak ettiklerini görürüz. Ama bazı hadis kitaplarında yer alan ve siyasi otoritesini baskı ve parayla sağlayabilmek için yazdırılmış kitaplarda göreceğimiz hadis diye bir rivâyet vardır ki, bu yalan bu konuda malzeme olarak kullanılmıştır. O da şu: Tarık bin Şihap hadisi diye meşhur olan hadis. Bu hadiste güya Peygamber efendimiz, “Cuma namazı, cemaat içinde bulunan her Müslüman üzerine Allahü Tealanın bir hakkı olup farzdır. Ancak bundan, köleler, kadınlar, çocuklar ve hastalar müstesna.” buyurmuş. Bu rivâyet/söylenti, hadis bilginleri tarafından tetkik edildiğinde bu hadisi ortaya atan Tarık bin Şihap’ın Peygamber efendimizi gördüğü; ama ondan hiçbir söz işitmediği teferruatla yer alır. Yani böyle bir şey aslında yok. Olay düzmece.
İşin aslı şu: O günkü siyasi otorite haksız iktidarlarını sürdürebilmek için, toplumdaki direnci kırmayı düşünür. Toplumun yarısını oluşturan kadınları olmadık yalanlarla (ki en fazla peygamber efendimizle ilgili), ayrıca kadınlar FİTNEYE sebep oluyorlar yani onlar Cumaya/toplantıya geldiklerinde erkekler kadınları görüyor ve CİNSEL TAHRİK oluyorlar bahanesiyle CUMADAN/TOPLANTIDAN uzaklaştırıp evlerine kapatırlar. O gün bu gün de böyle devam edip gidiyor...

Toplantının amacı:

Bu toplantının amacı, zikrullah/allahı anmaktır. Bu görev, bu gün, adına hutbe /söylev dediğimiz bölüm olarak icra edilir. Bu kavramı zikrullah/Allah’ı anmak adlı çalışmamızdan aynen buraya aktarıp, konuyla ilgili yeterli bilgi verildikten sonra Cuma /Toplantı konusuna devam edeceğiz ki konu iyi anlaşılsın.

Zikrullah/Allah’ı anmak:

‘“.........Görüldüğü gibi bu âyeti celileler Zikrullah/Allah’ın anılmasından bahsediyor. Önemine ve gereğine değiniyor. Öyleyse bu Zikrullah/Allahın anılması nedir, ve nasıl olur? Bunu, kimden nasıl öğreneceğiz? Toplumda Zikir yaptıklarını söyleyen gurupların yaptıkları doğrumu? Dünya üzerinde özellikle geri kalmış, sürünen Müslüman ülkelerde binlerce cemaat, tarikat, zikir halkaları var. Haftanın belirli gün ve saatlerinde doksan dokuzluk, binlik, on binlik elde tespihleriyle zikir yaptıkları zannıyla, Allah, Allah ve ya Lâ ilâhe illallah, Lâ ilâhe illallah ve ya Hû, Hû diye bağırıp duruyorlar. Bunlar doğru mu?
Hayır, bunlar hiç de doğru şeyler değil. Bunlar yozlaştırılmış şeyler. Kur’ân’da cennetin bedelini cenabı hak bildirmiş;

Tevbe Suresi, âyet 111:

“Allah, Müminlerin canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek üzere satın almıştır. .......”
Cenneti bedeli can ve mallarımız iken bilmem kaç tane tespih çekersen cennete girersin gibi uyuşturucu, Müslümanları gayretten, faaliyetten, rekabetten uzaklaştırıp, tembelliğe, miskinliğe ve uyuşukluğa sevk eden Allah’ın razı olmayacağı şeyler bunlar. Hatta ucuza cennet kapatma uyanıklığı yaparken, leyleğin ömrünün lak lakla geçtiği gibi, ömrü bilinçsizce harcama enayiliğidir. Peki doğrusunu kimden ve nerden öğreneceğiz? Tabii ki Allah’tan öğreneceğiz. Kur’ân’daki şekliyle öğrenip uygulayacağız. Madem bize, kendisini anmamızı emrediyor, nasıl yapmamız lazım geldiğini bize mutlaka bildirmiştir.
Bakara Suresi, âyet 198:

“Rabbınızdan bir lütuf ve bereket istemenizde hiçbir sakınca yoktur. Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş’ari-Haram’da Allah’ı anın. O’nu O’nun size gösterdiği gibi anın. Siz bundan önce gerçekten sapıklardan idiniz.”
Gördünüz mü, dikkat ettiniz mi Allah nasıl anılacakmış? Allah, Allah’ın gösterdiği, öğrettiği şekilde anılacakmış. Peki bize gösterdiği, öğrettiği şekil nasıl bir şey? Şimdi ona dikkat edelim.
Bakara Suresi, âyet 200:

“Gerekli ibadetlerinizi bitirdiğinizde yine Allah’ı anın. Tıpkı babalarınızı andığınız gibi. Hatta daha kuvvetli bir anışla anın. İnsanlardan bazısı şöyle der: ‘Ey Rabbımız bize dünyada ver.’ Böylesi için Âhiret’te bir nasip yoktur.”
Evet Allah’ı babalarımızı andığımız gibi, hatta daha kuvvetle/şiddetle anmamız lazımmış. Allah’ın emri böyle. Başka türlü anamayız. Çünkü Allah’a isyan olur.
Mademki böyle Allah’ı babalarımızı andığımız gibi hatta daha da kuvvetle anacağız öyleyse düşünelim bir kez: Babalarımızı nasıl anarız? Elimizde, otuz üçlük, doksan dokuzluk, binlik,.... tespih gece gündüz Baba, Baba,.....baba diye dilimizle mi anarız? Babamızı anmamız, onu düşünmemiz nasıl olması lazım ? İşte düğümü çözecek olan düşünce budur.
Babalarımızı anmamız, onları düşünmemiz, onları aklımızdan çıkarmamamız, onların bizler üzerindeki haklarını düşünüp, onlara karşı maddi ve manevi sorumluluklarımızı hatırlayıp onlara sevgide saygıda kusur etmememizdir. Babalarımız bizlere “oğlum/kızım beni unutma!” dedikleri zaman, eline bir tespih alda ‘gece gündüz durmadan Baba, Baba...diye tespih çek!’ demek istemezler.

Netice olarak anlıyoruz ki zikrullah/Allah’ın anılması, halk arasındaki tarzda elde tespih, dil ile Allah, Allah,...., Allah demek değil. Zikrullah/Allah’ın anılması ‘Allah’ın bizler üzerindeki haklarını, bize sunduğu nimetleri düşünmek, kul olarak O’na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizin kontrolünü yapmak ve verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemektir. Daima bu bilinç içerisinde olmaktır..........”’


Cumanın/Toplantının Zikrullah/Allah’ın anılması/hutbe bölümüyle Müslümanların bir nevi haftalık bakımları yapılıyor. İnançları ve amelleri revize ediliyor. İleriki hafta için işlerini programlıyorlar. Aralarındaki ihtilaflar, yaşamlarında ortaya çıkmış aksaklıklar, yapılması lazım gelen işler, dertler, tasalar, eleştiriler her şey, orada Allah için hiç kimsenin kişisel çıkarına alet olmadan , her Müslüman’ın katılımı ile özgürce, sansür edilmeden, Cumaya/Toplantıya fesat karıştırılmadan tam bir dokunulmazlıkla istişare edilip karara bağlanıyor.
Ayrıca bu toplantı vesilesi ile Müslümanlar, konuşup, tanışıyorlar. Dostluklar tazeleniyor. Bilgileri, bilinçleri artıyor. Kenetleniyorlar. Güç birliği yapıyorlar ve bu güçlerini dost düşman herkese gösteriyorlar. (Koyun sürüsü gibi camiye dolup, uyuklayıp uyuklayıp dağılmıyorlar.
Sahih sünnette ve tarihî belgelere bakılırsa Peygamber efendimizin mescidi/camiyi her türlü kamu hizmeti ve sosyal aktivite için kullandığı görülür. Bu gün de mescitler/câmiler kongre, konferans, sergi solunu, kütübhane gibi tüm sosyal ve kültürel aktivitelere açık olmalıdır. Kesinlikle, mescitler/câmiler uyuma ve uyutma mekanları, mahalleri ve merkezleri olmaktan çıkarılmalı, İslâm’daki orijinal kimliğine kavuşturulmalıdır. Yâni mescitler/câmiler bilgilenme, bilinçlenme ve aydınlanma yerleri olmalıdır.))
Sonra da, bu dinamizmle,
Cumua Suresi, 10. âyet:

“Namaz kılınınca hemen yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok anın ki kurtuluşa erebilesiniz.”

Emri gereği, Allah’ın nimetlerini aramak ve kazanmak için yer yüzüne yayılıyorlar. Ne kadar güzel ve anlamlı...

İşte İslâm’ın cuması... Böyle olmalı Müslümanların yerel gündem toplantısı!

KURAN ABDESTSİZ OKUNUR

Mutahherun kimdir?


Ayetlerin meali:

75-Hayır… Parça parça inmiş Kur’an ayetlerinin yerlerine kasem ederim ki (kanıt gösteririm ki),
76- -Ki hakikaten bu, eğer bilirseniz, büyük bir kasemdir/kanıt gösterisidir.-
77-Muhakkak o, elbette çok şerefli bir Kur’an’dır;
78- İyice korunmuş bir kitapta,
79-Ona tertemiz temizlenmişlerden başkası dokunmaz,
80-Alemlerin Rabb’inden indirilmedir/hulul ettirilmedir.


Ayetlerin tahlili:



Bu beş ayet tek bir kasem cümlesidir. O nedenle hepsini tek bir cümle olarak ifade etmek ayetlerin sağlıklı anlaşılmasını sağlayacaktır. Şimdi tek bir cümle halinde sunuyoruz:

“Hayır… Parça parça inmiş Kur’an ayetlerinin yerlerine kasem ederim ki (kanıt gösteririm ki), -Ki hakikaten bu, eğer bilirseniz, büyük bir kasemdir/kanıt gösterisidir- Muhakkak o, iyice korunmuş bir kitapta olan, tertemiz temizlenmişlerden başkasının dokunmadığı, alemlerin Rabb’inden indirilme/hulul ettirilme çok şerefli bir Kur’an’dır.”

Şimdi de ayetleri tek tek inceleyelim:


75-Hayır… Parça parça inmiş Kur’an ayetlerinin yerlerine kasem ederim ki (kanıt gösteririm ki),
76- Ki hakikaten bu, eğer bilirseniz, büyük bir kasemdir/kanıt gösterisidir.

Ayette geçen “النّجوم Nücum/yıldızlar” sözcüğü ile ilgili geniş açıklamayı Necm suresinin tefsirinde vermiş idik. Kısaca buradaki “yıldızlar” ifadesi gökteki yıldızları değil “parça parça inmiş Kur’an ayetlerini” ifade ediyor. Ve Kur’an’n Allah tarafından indirildiğine, korunacağına/tahrif edilemeyeceğine yine onlar kanıt gösteriliyor. Hem de bilenler için büyük bir kanıt olmak üzere.

77-Muhakkak o, elbette çok şerefli bir Kur’an’dır;

Kur’an’a Rabbimizin Kerim/şerefli sıfatını verdiğini görüyoruz. Bunu bir çok yerde göreceğiz. Ayrıca Kur’an’a Rabb’imiz tarafından Aziz, Hakim, Mübin, Mecid gibi sıfatlar da verilmiştir.

78- İyice korunmuş bir kitapta,

Kur’an iyice korunmuş bir kitaptadır. Ki o kaybolmayacaktır, bozulmayacaktır. Bu Rabbimizin Kur’an’ı tabir caizse sigorta ettiğinin açıklanışıdır. Kur’an’ın korunduğunu, korunacağı başka yerlerde de açıklanmıştır. Örneğin: Hıcr suresi ayet 9: “Hiç şüphe yok ki o zikri biz indirdik biz. Mutlaka biz onu koruyacağız da.”, ayrıca Abese suresinde 11-16. ayetler: “Hayır… Hayır… Hiç de öyle değil! O, saygın güvenilir sefirlerin ellerinde, yüceltilmiş, tertemiz temizlenmiş değerli sayfalar içinde bir düşündürücüdür; dileyen onu düşünüp öğüt alır.”
Ayetteki, “كتاب kitab” sözcüğüne sıfat olan “مكنون Meknun” sözcüğü Kur’an’da dört yerde yer alır. Birisi konumuz olan ayettir. Diğerleri de, yine birisi Vakıa suresinin 23. ayeti, Tur suresinin 24. ve Saffat suresinin 49. ayetidir. Tur ile Vakıa suresindeki “meknun” sözcüğü “لؤلؤ inci” sözcüğüne ile sıfat tamlaması yapılmış “لؤلؤ مكنون saklanan, korunan inci” denilmiştir. Saffat suresinde ise ahirette müminlere verilecek eşlere sıfat olmuştur: “كانّهنّ بيض مكنون sanki onlar korunmuş yumurta/yumurta akı gibidirler” denilmiştir.
Bu ayetteki korunmuşluk Kur’an’ın Levh-ı Mahfuz’da saklanışı değildir. Dünyada koruma altına alınışıdır. Kur’an’ın korunması çelik kasalara saklanması, toprak altına gömülmesi suretiyle değildir. Bunun şeklini maddeler halinde veriyoruz:
Birincisi: Kur’an diğer kitaplardan farklıdır; Kur’an lafız, nazım ve içeriği itibariyle mu’cizedir. (Müddessir suresinde açıklanan 19 kodlamasını hatırlayınız) Kesinlikle sentez ve müdahale kabul etmez. O nedenle beşeri her türlü; eksiltme, artırma ve değiştirme gibi tüm müdahaleler avam tabiriyle sırıtırıverir. Hemen kendini gösteriverir. Onun mucize bir kitap oluşu şehri koruyan bir sur, bir kale mesabesinde olup onu her türlü beşeri müdaheleden korumaktadır.

İslam ve Kur’an’ın bir numaralı hasımlarından ingiliz müşteşrik/oryantalist Sir William Miur Kur’an ile ilgili uzun uzun araştırmalar yapmış, Kur’an’a herhangi bir leke sürememiş, bilim adamı sıfatının verdiği sorumluluk neticesinde, “On iki asır metninin bütün satvetini bu kadar muhafaza edebilen başka bir kitap yoktur.” demek zorunda kalmıştır

İkincisi: Kur’an miladi altıyüzon yılında indi. Bu çağ, diğer semavi kitapların indiği çağdan farklı bir çağdır. Kur’an’ın indiği çağ İran, Roma, Yunan, Çin, Hint, Mısır medeniyetlerinin zirvede olduğu bir çağdır. Ve bu çağda Kur’an’ı sahiplenenler Musa ve İsa As.’lar dönemindeki gibi, mağdur, mazlum, zavallı, garip bir azınlık değildirler. Dünya’nın kaderine hükmeden kitlelerdir.
Üçüncüsü: Kur’an dünyanın-insanlığın en yeni Din kitabıdır. İndiği çağ insanlığın, tarihin aydınlık bir dönemidir. Peygamberi de tarihi kayıtlara doğru dürüst olarak geçmiş tek peygamberdir. Varlığında, yaşamında, kişiliğinde hiç tereddüt yoktur ve karanlık nokta yoktur. (Zerdüşt, Musa ve İsa’nın varlığını, yaşamını çoğu tarihçiler kabul etmezler.)
Dördüncüsü: Kur’an indikten sonra tüm dünyada Kur’an eksenli öğretim ve eğitim başladı. Hala devam ediyor ve edecek.
Beşincisi: Eski semavi kitaplar bir yada birkaç nüshadan ibaret ve bir mabette ruhanilerin tekelinde iken Kur’an bir zümrenin, bir kurumun tekelinde ve birkaç nüshadan ibaret değildir. Her Müslümanın evinde işyerinde, mabetlerde, kütüphanelerde, kitabevlerinde milyarlarca nüshadır. Ve her Müslüman okumak, anlamak, incelemek ve de anlatmakla görevlidir.
Altıncısı: Diğer dinlerde dînî eğitim (Din kitapları okumak), ruhânilerin tekelindedir. Kur’an’ı ise köylü kentli herkes okur, araştırır. Kur’an’a yanaşmak için özel bir kimlik ( makam mevki, akademik unvan ) kesinlikle lâzım değildir.
Yedincisi: Eski semavi kitapların nüshalarının çoğaltılması tekniği ve metodu ile Kur’an çağının teksir metotları imkanları farklıdır. Eski metotlar tahrife elverişli iken Kur’an çağının metotları buna elverişli değildir.
Sekizincisi: Kur’an’ın lafızlarındaki senfonik özellik nedeniyle milyonlarca insan zevkle, aşkla, büyük bir hazla Kur’an’ı ezberine almıştır. Her dönemde daima, Kur’an’ın tüm nüshaları kaybolsa, ezberinden Kur’an’ı yeniden mushaflaştıracak on binlerce hâfız mevcut olmuştur. Tevrat’ı ezberlemiş bir haham, İncil’i ezberlemiş bir papaz ise bilinmez. Bırakın sıradan insanları.
Dokuzuncusu: Cenabı Hakk erken dönemlerde Kur’an metinlerinin toplanıp kitaplaşması hususunda zamanın Müslümanlarını harekete geçirip Kur’an’ın mushaf/kitap şeklini almasını sağlamıştır.

79-Ona tertemiz temizlenmişlerden başkası dokunmaz,

Bu ayet cümle olarak 77. ayetteki “Kur’an” sözcüğünün sıfatıdır. 78. ayetteki “كتاب kitap” sözcüğünün sıfatı değildir. “Ona” zamiri 77. ayetteki “Kur’an” sözcüğüne râcidir, 78. ayetteki “kitab” sözcüğüne değil. “مطهّرون Tertemiz temizlenmişler” sözcüğü ile şirk, fitne, fesat ve cehalet (cahili yobazlık, atalar kültü) gibi manevi kirlerden kendini arındırmışlar kastedilmiştir. Ki Kur’an’dan yararlanacak kimseler Bakara suresinde (1-5. ayetler) “متّقين muttakiler” olarak açıklanmıştır.

80-Alemlerin Rabb’inden indirilmedir/hulul ettirilmedir.

80. ayette Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği/hulul ettirildiği vurgulanmaktadır. Yani Kur’an Allah tarafından bağışlanmaktadır. Bunda peygamberin herhangi bir rolü yoktur. Kur’an’ın Allah tarafından indirilmiş olduğu Peygamberin ise onu sadece tebliğci olduğu bir çok ayette vurgulanır. Bu noktaya çok yakın benzerliği olması nedeniyle aşağıdaki pasajlara yer vermekte yarar var:

Hakka suresi âyet 40-47:

“Şüphesiz o saygın bir elçi sözüdür.
Ve o şair sözü değildir! Siz pek az inanıyorsunuz.
Bir kahin sözü de değildir. Siz pek az düşünüyorsunuz.
O, Alemlerin Rabb’inden indirilmedir.
Eğer bazı sözleri bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi,
Andolsun ondan sağ elini koparırdık.
Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik.
Sizin hiç biriniz ona siper de olamazdınız.”

Tekvir suresi ayet 19-25:

“19- kuşkusuz bu, değerli bir elçi sözüdür;20- güçlü, Arş’ın Sahibi’nin yanında çok itibarlı, 21- itaat edilir, güvenilir.22- Arkadaşınızı cin çarpmış değildir.23- Andolsun o, O’nu açık ufukta gördü.24- O gayb hakkında cimri de değildir.25- Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.” denilmişti.

Bunlardan başka Kur’an’ın Allah tarafından vahyedildiğini, indirildiğini/hulul ettirtildiğini açıklayan onlarca ayet mevcuttur.


Görülüyor ki piyasadaki meal ve tefsirlerde Vakıa suresinin bu pasajı özellikle de 79. ayet ile ilgili hem meal ve tefsir hatalı yapılmıştır. Bu hatalardan yola çıkarak, Kur’an’a temizlenmemişlerin (abdestsizlerin, cünüplerin, hayızlı kadınların) el süremeyeceği yani ellerine alıp okuyamayacakları fetvaları hükme bağlanmıştır. Bu fetvalar gereği olarak Müslümanlar dinlerinin kitabından uzaklaşmışlardır. Müslümanların bir cep kitabı, başucu kitabı olarak değerlendirmeleri gereken, her türlü koşullar altında yararlanmaları gereken Kur’an maalesef bir mistik ayin malzemesi durumuna getirilmiştir. Özel zamanlarda belli koşullarda belirli kişilerce okunur hale gelmiştir. Kur’an’ı, dinlerinin kitabı sayanların yüzde doksandokuzu kitaplarının içinde ne yazdığını bilmez olmuşlardır. Bunların bedeli ise bu gün çok ağır ödenmektedir.
Bu kadar çok önemi haiz olması nedeniyle 79. ayet ile ilgili hem teknik yönünden hem de Kur’an ile açıklanması açısından biraz detaya girmek zorunluluğunu görüyoruz. Şöyle ki:

-79. ayet müstekıl bir cümle değildir. 77. ayetteki “Kur’an” sözcüğünün sıfatıdır.
-Cümle emir ve yasak ifade eden “İnşa Cümlesi” değil bilgi veren “Haber Cümlesi’dir.
- Ayetteki “لايمسّه layemessühü” olumsuz fiiline “el süremez, dokunamaz” şeklinde bileşik fiil manası vermek yanlıştır. (“süremez”in aslı “sürebilmez”; “dokunamaz”ın aslı da “dokunabilmez”dir.) “Nefy-i istikbal” kalıbının böyle bir anlamı olmaz. Doğru anlam “dokunmaz, el sürmez” şeklinde olmalıdır. Piyasadaki meallerdeki “dokunamaz, el süremez” ifadeleri yanlıştır.
-“المطهّرون Mutahherun” ile “abdest almışlar”, “dokunmak” ile de “el ile dokunma, ele alma” kastedilmemiştir.

Bu ayetin iki sözcüğü üzerinde iyice durulması gerekir. Birincisi; “لايمسّه La yemessühü’ ikincisi de “المطهّرون Mutahherun” sözcüğüdür.

Birinci sözcük: مسّ Mess; لايمسّه layemessühü:

“مسّ Mess” sözcüğünün lügat anlamı, “değmek, dokunmak ve yapışmak” demektir. Bu sözcük istiare yoluyla “جنون delilik” anlamında (Bakara 275; Kamer 48) ve “cinsel ilişki” anlamında (Bakara 236, 237; Ahzab 49; Al-i Imran 47, Meryem 20, Mücadele 3,4) da kullanılmıştır.

Kur’an’da “Mess” ve türevlerinin kullanımına bakacak olursak el ile dokunma olarak değil soyut olarak yapışmak, ilişki kurmak, kuşatmak anlamlarıyla kullanıldığını görürüz. Bu sözcüğün farklı türevleriyle geçtiği bir çok ayet vardır. Biz bunların bazılarını burada mealden gösterelim diğerlerinin de yerlerini belirtiyoruz ki dileyen tetkik etsin. Örnek olarak sunduğumuz aşağıdaki Mealler Merhum Elmalı’lı Hamdi Yazır’a aittir. Herkesin müracaatı kolay olabileceği ve merhumun tefsir ve meali muteber addedildiği kanaatiyle oradan sunuyoruz.

Ali ımran suresi ayet 140.
140 - Eğer size (Uhud savaşında) bir yara değmişse, (Bedir harbinde) o topluma da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz. (Bu da) Allah`ın sizden iman edenleri ayırt etmesi ve sizden şahitler edinmesi içindir. Allah zalimleri sevmez.”

Araf suresi ayet 95:

“95 - Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik, nihayet çoğaldılar ve: "Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu." dediler ve hemen onları, hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın yakaladık.”

Yunus suresi ayet 12:

“12 - İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, gerek yan yatarken, gerek otururken, gerek dikilirken bize dua eder. Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi sanki kendisine dokunan o sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi aldırmadan geçer gider. İşte o aşırı gidenlere yaptıkları şeyler böyle güzel gelir.”

Bakara suresi ayet 214:

“214 - Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberinde iman edenler: "Allah`ın yardımı ne zaman?" derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allah`ın yardımı yakındır.”

Yusuf suresi ayet 88:

“88 - Sonra (Mısır`a gidip) onun huzuruna girince, dediler ki: "Ey şanlı vezir! Biz ve çoluk çocuğumuz sıkıntı içindeyiz. Pek az bir sermaye ile geldik. Sen bize yine ölçek (zahire) ver, ayrıca sadaka da ihsan eyle. Çünkü Allah sadaka verenleri muhakkak mükafatlandırır."

Hıcr suresi ayet 54.

“54 - İbrahim dedi ki: "Bana ihtiyarlık gelmişken, beni mi müjdeliyorsunuz, neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?”

İsra suresi ayet 83:

“83 - Biz insana nimet verdiğimiz zaman, Allah`ı anmaktan yüz çevirip uzaklaşır. Ona fenalık dokununca da ümitsizliğe kapılır.”

Meariç suresi ayet 20, 21:

“20 - Kendisine kötülük dokundu mu sızlanır.

21 - Kendisine hayır dokundu mu cimrilik eder.”

Ali ımran suresi ayet 120:
“120 - Size bir iyilik dokunsa fenalarına gider, başınıza bir kötülük gelse onunla sevinirler. Eğer sabreder ve Allah`dan gereğince korkarsanız, onların hileleri size hiçbir zarar vermez; çünkü Allah onları kendi amelleriyle kuşatmıştır.”

Hud suresi ayet 113:

“113 - Ve zulüm yapanlara yakınlık göstermeyin ki, size de ateş dokunmasın. Allah`dan başka yardımcılarınız da yoktur. Sonra yardım da göremezsiniz.”

Enam suresi ayet 17:

“17 - Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine kendisinden başka açacak yoktur. Ve eğer sana bir hayır dokundursa, kuşkusuz O, herşeyi yapabilendir.”

Yasin suresi ayet 18:

“18 - Onlar dediler ki: "Herhalde biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, andolsun ki, sizi hiç tınmadan taşlarız ve mutlaka bizden size pek acıklı bir azab dokunur."”

Enam suresi ayet 49:

“49 - Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, yapmakta oldukları fenalıklar yüzünden onlara azap dokunacaktır.”


Diğerleri: Rum 33; Zümer 8, 49; Hud 10, 47, 64; Fussılet 49-51; Yunus 21; Enbiya 46; Enfal 68; Nahl 53; İsra 68; Nur 14, 35: Araf 188; Enbiya 83; Sad 41; Yunus 12, 107; Araf 73, 201; Bakara 80; Al-i Imran 24, 174; Şuara 156; Meryem 45; Maide 73; Fatır 35; Hıcr 48; Zümer 61.

Ayetlerde altı çizili sözcüklere dikkat edersek bunların anlamlarının “el dokunması” olarak ifadesi imkansızdır. Bu dokunuş Yani; azabın, yaranın, sevincin, sıkıntının, ihtiyarlığın, hayrın, iyiliğin, ayetin dokunması el ile dokunma değildir. Mecazi dokunmadır; bulaşmaktır, ilişki kurmaktır, içine düşmektir….
Konumuz ayetteki “?/dokunmazlar” ifadesinden de “el sürmezler” anlamını değil; “münasebet kurmazlar, ilişkiye geçmezler, istifade etmezler, ulaşmazlar” anlamını çıkarmamız gerekir.



İkinci sözcük: المطهّرون Mutahherun.

Ayetteki “المطهّرون mutahherun” sözcüğü “طهر tahr, tuhr” sözcüklerinin mezidatındandır. Sözcüğün sülasi/üç harfli kök anlamı “temiz olmak” demektir. Bizim konumuz olan sözcük “طهر thr” sözcüğünün ortadaki harfi tekrar edilmek suretiyle dört harf haline getirilmiş bir sözcüktür. Biz buna Arapça dil bilgisinde “تفعيل Tef’îl Bab’ı” diyoruz. İşte konumuz olan “Mutahherun” sözcüğü “تطهير Tethîr” kökünden türetilmiş İsm-i meful kalıbıdır. Çoğuldur ve müzekker/erildir. “تطهير Tethîr” sözcüğünün anlamı “iyice arıtmak ve iyice temizlemek yani tertemiz yapmak” demektir. Konumuz olan “mutahherun” sözcüğünün anlamı ise “iyice arınmış olanlar, tertemiz temizlenmiş olanlar” demektir.
Kur’an’a baktığımız “thr” sözcüğünün Tefîl babı türevlerinin hepsini (on yedi kez) maddi kirlerden temizleme anlamında değil de tenezzüh, tenzih etme; “manevi kirlerden arıtma ve tertemiz etme” anlamında kullanıldığını görüyoruz. (“طهر الاطّهار Tahr, Tuhr ve el ittihar” köklerinden gelen sözcükler maddi temizlik anlamındadır.)

Taharet ile ilgili Tef’îl babından gelen sözcüklerin hepsini yine yukarıda arzettiğimiz gerekçelere binaen Elmalı’lı merhumun mealinden sunuyoruz:

Tevbe suresi ayet 103:

“103 - Onların mallarından sadaka al ki, onunla kendilerini temizlersin, tertemiz edersin. Bir de haklarında hayır dua et. Çünkü senin duan kalblerini yatıştırır. Allah işitendir, bilendir.”

Maide suresi ayet 6:

“6 - Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin, iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz temizlenin. Hasta iseniz, yahut yolculukta iseniz, yahut biriniz abdest bozmaktan gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız, su da bulamamışsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin. Bunun için de yüzlerinizi ve ellerinizi o toprakla meshedin. Allah size bir güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi temizlemek ve şükredesiniz diye de üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor.”

Maide suresi ayet 41:

41 - Ey peygamber, ağızlarıyla "inandık" deyip, kalbleriyle inanmamış olanlardan ve yahudilerden küfürde yarış edenler seni üzmesin. Onlar yalana kulak verirler, sana gelmeyen diğer bir topluluğa kulak verirler, kelimeleri yerlerinden değiştirirler, "eğer size bu verilirse alın, bu verilmezse sakının" derler. Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah`a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki, Allah, onların kalblerini temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için ahirette de büyük bir azab vardır.”

Enfal suresi ayet 11:

“11 - O sırada size, yine katından bir güven ve esenlik olmak üzere bir uyku sardırıyordu, sizi temizlemek, şeytanın vesvesesini sizden gidermek, yüreklerinize kuvvet vermek ve ayaklarınızı sağlam durdurmak için gökten üzerinize yağmur indiriyordu.”

Ahzap suresi ayet 33:

33 - Hem vakarınızla evlerinizde durun da önceki cahiliyet devrinde olduğu gibi süslenip çıkmayın. Namazı kılın, zekatı verin. Allah ve Resulü`ne itaat edin. Ey ehli beyt! Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz, pampak yapmak istiyor.”

Hacc suresi ayet 26:

“26 - Bir zamanlar Kâbe`nin yerini İbrahim`e şu şekilde hazırlamıştık: Sakın bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada (kıyama) duranlar, ruku edenler ve secdeye varanlar için evimi tertemiz et. ”

Müddessir suresi ayet 4:

4 - Elbiseni temizle.”

Bakara suresi ayet 125:

“125 - Biz ta o zaman bu Beyt`i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kıldık. Siz de Makam-ı İbrahim`den kendinize bir namazgah edinin. Ayrıca İbrahim ile İsmail`e şöyle ahid verdik: "Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem de rükû ve secde edenler için tertemiz tutun!" ”

Al-i Imran suresi ayet 55:

“55 - O zaman Allah şöyle dedi: "Ey İsa, şüphesiz ki seni öldüreceğim, seni kendime yükselteceğim ve seni inkârcılardan temizleyeceğim. Hem sana uyanları, kıyamete kadar o küfredenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz banadır, ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim".”

Bakara suresi ayet 25:

“25 - İnanıp yararlı işler yapanlara, altlarından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine ait olduğunu müjdele! Onlardaki herhangi bir meyveden rızıklandırıldıklarında: "Bu daha önce de rızıklandığımız şeydir" derler ve o rızık birbirinin benzeri olmak üzere, kendilerine sunulacak. Orada çok temiz zevceler de onların. Hem onlar orada ebedî kalacaklar.”

Al-i Imran suresi ayet 16:

“16 - De ki, size, o istediklerinizden daha hayırlısını haber vereyim mi? Korunan kullar için Rablerinin yanında cennetler var ki, altlarından ırmaklar akar, içlerinde ebedî kalmak üzere onlara, hem tertemiz eşler var, hem de Allah`dan bir rıza vardır. Allah, o kulları görür.”

Nisa suresi ayet 57:

“57 - İman edip salih ameller işliyenleri ise, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Orada ebedî olarak kalacaklar. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Onları, koyu gölgeler altında bulunduracağız.”


Al-i Imran suresi ayet 42:

“42 - Hani melekler: "Ey Meryem! Allah seni seçti, seni tertemiz yarattı ve seni dünya kadınlarına üstün kıldı.”

Abese suresi ayet 14:

“14 - Yüksek tutulan tertemiz sahifelerde.”

Beyine suresi ayet 2:

2 - (Bu delil), tertemiz sayfaları okuyan, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir.”


Görüldüğü gibi bu ayetledeki “تطهير tertemiz temizlemek”, “مطهّر tertemiz temizlenmiş” ifadelerinin hiç birisi maddi kirlerden temizleme anlamında değil, şirk, küfür ve günah gibi manevi kirlerden temizleme ve temizlenmedir. Zaten Rabb’imiz müşrikleri neces/pislik olarak nitelemiyor mu? Aklını kullanmayanları pislik içinde bırakacağını, imanlarını kirletmeyenlerin kurtuluşa ereceklerini bildirmiyor mu?

Tevbe suresi ayet 28:

“Ey inanmış olanlar! Müşrikler pisliktir (kirli, pis, murdar). Bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. …..”

Yunus suresi ayet 100:

“Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimse inanamaz. Allah pisliği, aklını kullanmayanlar üzerine bırakır.”

Enam suresi ayet 82:

“İman edip de imanlarını herhangi bir zulümle kirletmeyenler var ya, güvende olma işte onların hakkıdır. Doğru yolu bulanlar da onlardır.”

Bu ayetler ışığında anlıyoruz ki, Vakıa suresi 79. ayette yer alan “Dokunma”, “el sürmek” değil “ilişki kurmak, yararlanmaktır”, “tertemiz temizlenmişler”, de manevi kirlerden; “şirkten, cehaletten, tutuculuktan temizlenmiş” olanlardır.

Meşhur Kur’an ıstılahları uzmanı Ragıb el İsfehani Müfredat adlı ünlü eserinde konumuz olan ayeti “Thr” maddesinde aynen şu ibare ile açıklamıştır: “اى إنّه لايبلغ حقائق معرفته إلا من طهّر نفسه وتنقّى من درن الفساد” Anlamı: “ Kesinlikle, Kur’an marifetinin/malumatlarının gerçeklerine ancak nefsini iyice temizleyen ve fesat kirlerini paklayan kişi ulaşır.” . (Müfredat Darülmarifet/Beyrut; S. 307-308)



Hakkı YILMAZ

Tel: 0 232 441 10 50
E-mail:
hakkiy@hotmail.com

hakkiyilmaz@istekuran.com











Mutahherun kimdir?


Ayetlerin meali:

75-Hayır… Parça parça inmiş Kur’an ayetlerinin yerlerine kasem ederim ki (kanıt gösteririm ki),
76- -Ki hakikaten bu, eğer bilirseniz, büyük bir kasemdir/kanıt gösterisidir.-
77-Muhakkak o, elbette çok şerefli bir Kur’an’dır;
78- İyice korunmuş bir kitapta,
79-Ona tertemiz temizlenmişlerden başkası dokunmaz,
80-Alemlerin Rabb’inden indirilmedir/hulul ettirilmedir.


Ayetlerin tahlili:



Bu beş ayet tek bir kasem cümlesidir. O nedenle hepsini tek bir cümle olarak ifade etmek ayetlerin sağlıklı anlaşılmasını sağlayacaktır. Şimdi tek bir cümle halinde sunuyoruz:

“Hayır… Parça parça inmiş Kur’an ayetlerinin yerlerine kasem ederim ki (kanıt gösteririm ki), -Ki hakikaten bu, eğer bilirseniz, büyük bir kasemdir/kanıt gösterisidir- Muhakkak o, iyice korunmuş bir kitapta olan, tertemiz temizlenmişlerden başkasının dokunmadığı, alemlerin Rabb’inden indirilme/hulul ettirilme çok şerefli bir Kur’an’dır.”

Şimdi de ayetleri tek tek inceleyelim:


75-Hayır… Parça parça inmiş Kur’an ayetlerinin yerlerine kasem ederim ki (kanıt gösteririm ki),
76- Ki hakikaten bu, eğer bilirseniz, büyük bir kasemdir/kanıt gösterisidir.

Ayette geçen “النّجوم Nücum/yıldızlar” sözcüğü ile ilgili geniş açıklamayı Necm suresinin tefsirinde vermiş idik. Kısaca buradaki “yıldızlar” ifadesi gökteki yıldızları değil “parça parça inmiş Kur’an ayetlerini” ifade ediyor. Ve Kur’an’n Allah tarafından indirildiğine, korunacağına/tahrif edilemeyeceğine yine onlar kanıt gösteriliyor. Hem de bilenler için büyük bir kanıt olmak üzere.

77-Muhakkak o, elbette çok şerefli bir Kur’an’dır;

Kur’an’a Rabbimizin Kerim/şerefli sıfatını verdiğini görüyoruz. Bunu bir çok yerde göreceğiz. Ayrıca Kur’an’a Rabb’imiz tarafından Aziz, Hakim, Mübin, Mecid gibi sıfatlar da verilmiştir.

78- İyice korunmuş bir kitapta,

Kur’an iyice korunmuş bir kitaptadır. Ki o kaybolmayacaktır, bozulmayacaktır. Bu Rabbimizin Kur’an’ı tabir caizse sigorta ettiğinin açıklanışıdır. Kur’an’ın korunduğunu, korunacağı başka yerlerde de açıklanmıştır. Örneğin: Hıcr suresi ayet 9: “Hiç şüphe yok ki o zikri biz indirdik biz. Mutlaka biz onu koruyacağız da.”, ayrıca Abese suresinde 11-16. ayetler: “Hayır… Hayır… Hiç de öyle değil! O, saygın güvenilir sefirlerin ellerinde, yüceltilmiş, tertemiz temizlenmiş değerli sayfalar içinde bir düşündürücüdür; dileyen onu düşünüp öğüt alır.”
Ayetteki, “كتاب kitab” sözcüğüne sıfat olan “مكنون Meknun” sözcüğü Kur’an’da dört yerde yer alır. Birisi konumuz olan ayettir. Diğerleri de, yine birisi Vakıa suresinin 23. ayeti, Tur suresinin 24. ve Saffat suresinin 49. ayetidir. Tur ile Vakıa suresindeki “meknun” sözcüğü “لؤلؤ inci” sözcüğüne ile sıfat tamlaması yapılmış “لؤلؤ مكنون saklanan, korunan inci” denilmiştir. Saffat suresinde ise ahirette müminlere verilecek eşlere sıfat olmuştur: “كانّهنّ بيض مكنون sanki onlar korunmuş yumurta/yumurta akı gibidirler” denilmiştir.
Bu ayetteki korunmuşluk Kur’an’ın Levh-ı Mahfuz’da saklanışı değildir. Dünyada koruma altına alınışıdır. Kur’an’ın korunması çelik kasalara saklanması, toprak altına gömülmesi suretiyle değildir. Bunun şeklini maddeler halinde veriyoruz:
Birincisi: Kur’an diğer kitaplardan farklıdır; Kur’an lafız, nazım ve içeriği itibariyle mu’cizedir. (Müddessir suresinde açıklanan 19 kodlamasını hatırlayınız) Kesinlikle sentez ve müdahale kabul etmez. O nedenle beşeri her türlü; eksiltme, artırma ve değiştirme gibi tüm müdahaleler avam tabiriyle sırıtırıverir. Hemen kendini gösteriverir. Onun mucize bir kitap oluşu şehri koruyan bir sur, bir kale mesabesinde olup onu her türlü beşeri müdaheleden korumaktadır.

İslam ve Kur’an’ın bir numaralı hasımlarından ingiliz müşteşrik/oryantalist Sir William Miur Kur’an ile ilgili uzun uzun araştırmalar yapmış, Kur’an’a herhangi bir leke sürememiş, bilim adamı sıfatının verdiği sorumluluk neticesinde, “On iki asır metninin bütün satvetini bu kadar muhafaza edebilen başka bir kitap yoktur.” demek zorunda kalmıştır

İkincisi: Kur’an miladi altıyüzon yılında indi. Bu çağ, diğer semavi kitapların indiği çağdan farklı bir çağdır. Kur’an’ın indiği çağ İran, Roma, Yunan, Çin, Hint, Mısır medeniyetlerinin zirvede olduğu bir çağdır. Ve bu çağda Kur’an’ı sahiplenenler Musa ve İsa As.’lar dönemindeki gibi, mağdur, mazlum, zavallı, garip bir azınlık değildirler. Dünya’nın kaderine hükmeden kitlelerdir.
Üçüncüsü: Kur’an dünyanın-insanlığın en yeni Din kitabıdır. İndiği çağ insanlığın, tarihin aydınlık bir dönemidir. Peygamberi de tarihi kayıtlara doğru dürüst olarak geçmiş tek peygamberdir. Varlığında, yaşamında, kişiliğinde hiç tereddüt yoktur ve karanlık nokta yoktur. (Zerdüşt, Musa ve İsa’nın varlığını, yaşamını çoğu tarihçiler kabul etmezler.)
Dördüncüsü: Kur’an indikten sonra tüm dünyada Kur’an eksenli öğretim ve eğitim başladı. Hala devam ediyor ve edecek.
Beşincisi: Eski semavi kitaplar bir yada birkaç nüshadan ibaret ve bir mabette ruhanilerin tekelinde iken Kur’an bir zümrenin, bir kurumun tekelinde ve birkaç nüshadan ibaret değildir. Her Müslümanın evinde işyerinde, mabetlerde, kütüphanelerde, kitabevlerinde milyarlarca nüshadır. Ve her Müslüman okumak, anlamak, incelemek ve de anlatmakla görevlidir.
Altıncısı: Diğer dinlerde dînî eğitim (Din kitapları okumak), ruhânilerin tekelindedir. Kur’an’ı ise köylü kentli herkes okur, araştırır. Kur’an’a yanaşmak için özel bir kimlik ( makam mevki, akademik unvan ) kesinlikle lâzım değildir.
Yedincisi: Eski semavi kitapların nüshalarının çoğaltılması tekniği ve metodu ile Kur’an çağının teksir metotları imkanları farklıdır. Eski metotlar tahrife elverişli iken Kur’an çağının metotları buna elverişli değildir.
Sekizincisi: Kur’an’ın lafızlarındaki senfonik özellik nedeniyle milyonlarca insan zevkle, aşkla, büyük bir hazla Kur’an’ı ezberine almıştır. Her dönemde daima, Kur’an’ın tüm nüshaları kaybolsa, ezberinden Kur’an’ı yeniden mushaflaştıracak on binlerce hâfız mevcut olmuştur. Tevrat’ı ezberlemiş bir haham, İncil’i ezberlemiş bir papaz ise bilinmez. Bırakın sıradan insanları.
Dokuzuncusu: Cenabı Hakk erken dönemlerde Kur’an metinlerinin toplanıp kitaplaşması hususunda zamanın Müslümanlarını harekete geçirip Kur’an’ın mushaf/kitap şeklini almasını sağlamıştır.

79-Ona tertemiz temizlenmişlerden başkası dokunmaz,

Bu ayet cümle olarak 77. ayetteki “Kur’an” sözcüğünün sıfatıdır. 78. ayetteki “كتاب kitap” sözcüğünün sıfatı değildir. “Ona” zamiri 77. ayetteki “Kur’an” sözcüğüne râcidir, 78. ayetteki “kitab” sözcüğüne değil. “مطهّرون Tertemiz temizlenmişler” sözcüğü ile şirk, fitne, fesat ve cehalet (cahili yobazlık, atalar kültü) gibi manevi kirlerden kendini arındırmışlar kastedilmiştir. Ki Kur’an’dan yararlanacak kimseler Bakara suresinde (1-5. ayetler) “متّقين muttakiler” olarak açıklanmıştır.

80-Alemlerin Rabb’inden indirilmedir/hulul ettirilmedir.

80. ayette Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği/hulul ettirildiği vurgulanmaktadır. Yani Kur’an Allah tarafından bağışlanmaktadır. Bunda peygamberin herhangi bir rolü yoktur. Kur’an’ın Allah tarafından indirilmiş olduğu Peygamberin ise onu sadece tebliğci olduğu bir çok ayette vurgulanır. Bu noktaya çok yakın benzerliği olması nedeniyle aşağıdaki pasajlara yer vermekte yarar var:

Hakka suresi âyet 40-47:

“Şüphesiz o saygın bir elçi sözüdür.
Ve o şair sözü değildir! Siz pek az inanıyorsunuz.
Bir kahin sözü de değildir. Siz pek az düşünüyorsunuz.
O, Alemlerin Rabb’inden indirilmedir.
Eğer bazı sözleri bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi,
Andolsun ondan sağ elini koparırdık.
Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik.
Sizin hiç biriniz ona siper de olamazdınız.”

Tekvir suresi ayet 19-25:

“19- kuşkusuz bu, değerli bir elçi sözüdür;20- güçlü, Arş’ın Sahibi’nin yanında çok itibarlı, 21- itaat edilir, güvenilir.22- Arkadaşınızı cin çarpmış değildir.23- Andolsun o, O’nu açık ufukta gördü.24- O gayb hakkında cimri de değildir.25- Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.” denilmişti.

Bunlardan başka Kur’an’ın Allah tarafından vahyedildiğini, indirildiğini/hulul ettirtildiğini açıklayan onlarca ayet mevcuttur.


Görülüyor ki piyasadaki meal ve tefsirlerde Vakıa suresinin bu pasajı özellikle de 79. ayet ile ilgili hem meal ve tefsir hatalı yapılmıştır. Bu hatalardan yola çıkarak, Kur’an’a temizlenmemişlerin (abdestsizlerin, cünüplerin, hayızlı kadınların) el süremeyeceği yani ellerine alıp okuyamayacakları fetvaları hükme bağlanmıştır. Bu fetvalar gereği olarak Müslümanlar dinlerinin kitabından uzaklaşmışlardır. Müslümanların bir cep kitabı, başucu kitabı olarak değerlendirmeleri gereken, her türlü koşullar altında yararlanmaları gereken Kur’an maalesef bir mistik ayin malzemesi durumuna getirilmiştir. Özel zamanlarda belli koşullarda belirli kişilerce okunur hale gelmiştir. Kur’an’ı, dinlerinin kitabı sayanların yüzde doksandokuzu kitaplarının içinde ne yazdığını bilmez olmuşlardır. Bunların bedeli ise bu gün çok ağır ödenmektedir.
Bu kadar çok önemi haiz olması nedeniyle 79. ayet ile ilgili hem teknik yönünden hem de Kur’an ile açıklanması açısından biraz detaya girmek zorunluluğunu görüyoruz. Şöyle ki:

-79. ayet müstekıl bir cümle değildir. 77. ayetteki “Kur’an” sözcüğünün sıfatıdır.
-Cümle emir ve yasak ifade eden “İnşa Cümlesi” değil bilgi veren “Haber Cümlesi’dir.
- Ayetteki “لايمسّه layemessühü” olumsuz fiiline “el süremez, dokunamaz” şeklinde bileşik fiil manası vermek yanlıştır. (“süremez”in aslı “sürebilmez”; “dokunamaz”ın aslı da “dokunabilmez”dir.) “Nefy-i istikbal” kalıbının böyle bir anlamı olmaz. Doğru anlam “dokunmaz, el sürmez” şeklinde olmalıdır. Piyasadaki meallerdeki “dokunamaz, el süremez” ifadeleri yanlıştır.
-“المطهّرون Mutahherun” ile “abdest almışlar”, “dokunmak” ile de “el ile dokunma, ele alma” kastedilmemiştir.

Bu ayetin iki sözcüğü üzerinde iyice durulması gerekir. Birincisi; “لايمسّه La yemessühü’ ikincisi de “المطهّرون Mutahherun” sözcüğüdür.

Birinci sözcük: مسّ Mess; لايمسّه layemessühü:

“مسّ Mess” sözcüğünün lügat anlamı, “değmek, dokunmak ve yapışmak” demektir. Bu sözcük istiare yoluyla “جنون delilik” anlamında (Bakara 275; Kamer 48) ve “cinsel ilişki” anlamında (Bakara 236, 237; Ahzab 49; Al-i Imran 47, Meryem 20, Mücadele 3,4) da kullanılmıştır.

Kur’an’da “Mess” ve türevlerinin kullanımına bakacak olursak el ile dokunma olarak değil soyut olarak yapışmak, ilişki kurmak, kuşatmak anlamlarıyla kullanıldığını görürüz. Bu sözcüğün farklı türevleriyle geçtiği bir çok ayet vardır. Biz bunların bazılarını burada mealden gösterelim diğerlerinin de yerlerini belirtiyoruz ki dileyen tetkik etsin. Örnek olarak sunduğumuz aşağıdaki Mealler Merhum Elmalı’lı Hamdi Yazır’a aittir. Herkesin müracaatı kolay olabileceği ve merhumun tefsir ve meali muteber addedildiği kanaatiyle oradan sunuyoruz.

Ali ımran suresi ayet 140.
140 - Eğer size (Uhud savaşında) bir yara değmişse, (Bedir harbinde) o topluma da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz. (Bu da) Allah`ın sizden iman edenleri ayırt etmesi ve sizden şahitler edinmesi içindir. Allah zalimleri sevmez.”

Araf suresi ayet 95:

“95 - Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik, nihayet çoğaldılar ve: "Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu." dediler ve hemen onları, hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın yakaladık.”

Yunus suresi ayet 12:

“12 - İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, gerek yan yatarken, gerek otururken, gerek dikilirken bize dua eder. Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi sanki kendisine dokunan o sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi aldırmadan geçer gider. İşte o aşırı gidenlere yaptıkları şeyler böyle güzel gelir.”

Bakara suresi ayet 214:

“214 - Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberinde iman edenler: "Allah`ın yardımı ne zaman?" derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allah`ın yardımı yakındır.”

Yusuf suresi ayet 88:

“88 - Sonra (Mısır`a gidip) onun huzuruna girince, dediler ki: "Ey şanlı vezir! Biz ve çoluk çocuğumuz sıkıntı içindeyiz. Pek az bir sermaye ile geldik. Sen bize yine ölçek (zahire) ver, ayrıca sadaka da ihsan eyle. Çünkü Allah sadaka verenleri muhakkak mükafatlandırır."

Hıcr suresi ayet 54.

“54 - İbrahim dedi ki: "Bana ihtiyarlık gelmişken, beni mi müjdeliyorsunuz, neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?”

İsra suresi ayet 83:

“83 - Biz insana nimet verdiğimiz zaman, Allah`ı anmaktan yüz çevirip uzaklaşır. Ona fenalık dokununca da ümitsizliğe kapılır.”

Meariç suresi ayet 20, 21:

“20 - Kendisine kötülük dokundu mu sızlanır.

21 - Kendisine hayır dokundu mu cimrilik eder.”

Ali ımran suresi ayet 120:
“120 - Size bir iyilik dokunsa fenalarına gider, başınıza bir kötülük gelse onunla sevinirler. Eğer sabreder ve Allah`dan gereğince korkarsanız, onların hileleri size hiçbir zarar vermez; çünkü Allah onları kendi amelleriyle kuşatmıştır.”

Hud suresi ayet 113:

“113 - Ve zulüm yapanlara yakınlık göstermeyin ki, size de ateş dokunmasın. Allah`dan başka yardımcılarınız da yoktur. Sonra yardım da göremezsiniz.”

Enam suresi ayet 17:

“17 - Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine kendisinden başka açacak yoktur. Ve eğer sana bir hayır dokundursa, kuşkusuz O, herşeyi yapabilendir.”

Yasin suresi ayet 18:

“18 - Onlar dediler ki: "Herhalde biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, andolsun ki, sizi hiç tınmadan taşlarız ve mutlaka bizden size pek acıklı bir azab dokunur."”

Enam suresi ayet 49:

“49 - Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, yapmakta oldukları fenalıklar yüzünden onlara azap dokunacaktır.”


Diğerleri: Rum 33; Zümer 8, 49; Hud 10, 47, 64; Fussılet 49-51; Yunus 21; Enbiya 46; Enfal 68; Nahl 53; İsra 68; Nur 14, 35: Araf 188; Enbiya 83; Sad 41; Yunus 12, 107; Araf 73, 201; Bakara 80; Al-i Imran 24, 174; Şuara 156; Meryem 45; Maide 73; Fatır 35; Hıcr 48; Zümer 61.

Ayetlerde altı çizili sözcüklere dikkat edersek bunların anlamlarının “el dokunması” olarak ifadesi imkansızdır.